Yâ Rab! Garîbem, bîkesem, zaîfem, nâtuvânem, alîlem, âcizem, ihtiyârem,
Bî-ihtiyârem, el’aman-gûyem, afüv-cûyem, meded-hâhem zider-gâhet İlâhî!
Birden; nûr-u îman, feyz-i Kur’ân, lûtf-u Rahman imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nurânî ünsiyet dâirelerine çevirdiler. Lîsanım,
söyledi. Kalbim,
Âyetini okudu. Aklım dahi ızdırabından ve dehşetinden feryad eden nefsime hitâben dedi:
Bırak biçâre feryâdı, belâdan kıl tevekkül. Zîra feryâd; belâ-ender, hatâ-ender belâdır bil.
Belâ vereni buldunsa eğer; safâ-ender, vefâ-ender, atâ-ender belâdır bil.
Mâdem öyle; bırak şekvâyı şükret, çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan; bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender, hebâ-ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan. Gel tevekkül kıl.
Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür eder tebeddül.
Hem üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim :