Tarihçe-i Hayat | Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı | 351
(281-398)

Demek tebeddül etmiyen bir hakîkata dayanıp bağlanmışlar ve kökleri, metin bir hakîkata girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i îmaniyede ve vücûb ve tevhidde icma’ları, hiç kopmaz bir zincir-i nurânîdir ve hakîkate açılan ışıklı bir penceredir.

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurânî kalblerin erkân-ı îmaniyedeki müttefikane ve itmi’nankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları, birbirine tevâfuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakîkate mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı mârifet-i rabbânîye ve bu câmi birer âyine-i samedaniye olan nurânî kalbler, şems-i hakîkate karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden Güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a’zamdır. Bunların vücûb-u vücûdda ve vahdette ittifakları ve icma’ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakîkattan başka bir vehim ve hakîkatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihâne, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestailer dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber Âmentü billâh dediler. İşte, bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği mârifet-i îmaniyeye kısa bir işâret olarak Birinci Makamın On Üçüncü Mertebesinde :


denilmiş.

Dinle
-