Hem bedevî bir edib:
Âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. O’na demişler “Sen müslüman mı oldun?” O demiş, “Hayır, ben bu Âyetin belâğatına secde ettim.”
Hem ilm-i belâğatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşeri gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’ân’ın belâğatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir, yetişilmez.”
Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enâniyetli ve ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz...” diye ilân ettiği halde; o asrın muannid beliğleri bir tek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki; o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem, Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ân’a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabi kitablar ortada geziyor, Hiçbirisinin Ona yetişemediğini, hatta en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkınde olacak.” Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hatta hiçbir ahmak diyemez... Demek mertebe-i belâğatı, umumun fevkındedir.
Hatta bir adam
Âyetini okudu. Dedi ki: “Bu Âyetin hârika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da, kendini Kur’ândan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcûdât-ı âlem; perîşan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazîfesiz olarak; hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar.