Konferans | Konferans | 24
(1-57)
Mecmuasında” Mu’cizat-ı Kur’aniye zeyillerinden Yirminci Söz’ün Birinci Makamındadır. Aynen yazıyoruz:
وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ
        Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, müvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için, hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirisine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiştir ki: “Şu üç nehrin menbaları, Cennet’tendir.” Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybdan gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder. İlââhir…
  
        Manası tam bilinmiyen veya mana-yı zahirîsi hakikata mutabık görünmeyen hadîs-i şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur’an-ı Hakîm’in evham kabul etmeyen kal’asına da gideceğinden, münafıkların medar-ı bahs ettikleri âyât hakkında Risale-i Nur’un verdiği kat’î cevabların bir iki misalini zikrediyoruz:
        Evvelâ: Kur’an-ı Hakîm kâinata mana-yı harfiyle bakıyor. Felsefe ise mana-yı ismiyle bakıyor. Kur’an-ı Hakîm eşyayı mahiyet-i zâtiyesinden değil, Sâni’a delil olduğu cihetten nazara alıp mütalaa ediyor.
        Meselâ: وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvel emirde maksad-ı Kur’an, Sâni’in azamet ve kudretine delalet için, kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu âyetle o intizama delalet ederek, gece gündüzdeki tasarrufat-ı İlahiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki, medar-ı tekzib olsun. Halbuki لِمُسْتَقَرٍّ deki “lâm” bir mu’cizedir ki, Güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor:
  
        Birincisi: Güneşin zahir nazardaki cereyanıdır. Kur’anın birinci saftaki muhatabları avam olduğundan; avam ise, Küre-i Arzın cereyanını değil, Güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları hakaik-i Kur’aniyeyi inkâra sürüklememek için, Güneşin zahirî cereyanını zikreder.
        İkincisi: Havassa, mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir kanun-u İlahî olan cazibeyi ihtar ederek seyyaratın ve Arzın hareketlerinin medarı da Güneş olduğunu gösterir. Demek Güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği manasındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle, Güneşin zahirî cereyanını hakikatlı ve doğru yapar.
        Üçüncüsü: Güneşin manzumesiyle beraber Şems-i Şümus’a doğru hareketine işaret eder.
  
Ses Yok