Zülfikar Risalesi | Yirmibeşinci Söz | 69
(1-86)

Evet, envar-ı hidâyeti ilham eden ve Şems ve Kamer’in Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur’anın Melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede... Beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede... Evet, ısırıcı haşerat ve böceklerin mübârek Melâike ve nuranî ruhânîlere nisbeti ne ise; beşerin kelimâtı, Kur’anın kelimâtına nisbeti odur. Şu hakîkatları Yirmibeşinci Söz ile beraber geçen Yirmidört adet Sözler isbat etmiştir. Şu dâvamız mücerred değil; bürhânı, geçmiş neticedir. Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakaik-i îmâniyyenin birer menbaı ve esasât-ı İslâmiyyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arş-ür-Rahmân’dan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde insâna bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tazammun eden ve hitab-ı ezelî olan elfâz-ı Kur’aniyye nerede; İnsânın hevaî, hevaperestâne, vâhî, hevesperverâne elfâzı nerede... Evet, Kur’an bir şecere-i tûbâ hükmüne geçip şu âlem-i İslâmiyyeyi bütün mânevîyatıyla, şeair ve kemâlâtıyla, desatir ve ahkâmıyla yapraklar sûretinde neşredip asfiya ve evliyasını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip bütün kemâlât ve hakaik-i kevniyye ve İlâhiyyeyi semere verip meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip yine meyvedâr ağaç hükmünde müteselsil hakaikı gösteren Kur’an nerede; Beşerin mâlûmumuz olan kelâmı nerede!

Bin üçyüzelli senedir Kur’an-ı Hakîm, bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki ne o ülfet, ne o mebzuliyyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar; onun kıymetdar hakaikına, onun güzel üslûblarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i’câzdır.

Şimdi biri çıksa Kur’anın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizâm verse, Kur’anın bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, “Kur’ana yakın bir kelâm söyledim” dese, öyle ahmakane bir sözdür ki, meselâ taşları muhtelif cevâhirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyyesine bakan mizanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san’atıyla o nukuş-u âliyyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustası, o saraya girip o kıymetdar taşlardaki ulvî nakışları bozup çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizâm, bir sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bâzı boncukları taksa, sonra: “Bakınız! O sarayın ustasından daha ziyâde meharet ve servetim var ve kıymetdar zînetlerim var” dese; divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san’atı gibidir.

Ses Yok