Gayet büyük ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmıştır. Mâlûmdur ki, bir ağacın insânın âzaları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenâsüb, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mâhiyetine göre bir şekil alır, bir sûret verilir. İşte hiç görülmeyen -ve hâlâ görünmüyor- o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenâsüble bir sûret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde’ ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvafık tersimat ile doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-âşina nazarıyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân dahi hakîkat-ı mümkinata dair -ki o hakîkat, dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan Ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatın hakîkatına dair beyânât-ı Kur’aniyye o kadar tenâsübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir sûret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Kerim!” demişler.
temsilde kusur yok. Esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye ve şuun ve ef’âl-i Rabbâniyye, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o şecere-i nuranîyyenin daire-i âzameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâ sı, gayr-ı mütenahî fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihâta ediyor. Hudud-u icraatı
hududundan tut, tâ
hududuna kadar intişar etmiş o hakîkat-ı nuranîyyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakaik-i Esmâ ve sıfâtı ve şuun ve ef’âli beyân eder ki; bütün ehl-i keşf ve hakîkat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o Beyânât-ı Kur’aniyye- ye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.