Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise; yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar, “Ey Nur-u Kur’an bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmağa ve sana varmağa bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen heryere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi me’yus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-u pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nasiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-u imanınla yıka ve temizle, şerbet-i sâfi ve kevser-i bâkiden ve âb-ı hayat-ı ebedî ve Ahmedîden kana kana bize de içir!” diye vuku’ bulan müraca-at-ı maneviye ve mühimmedir.
Evet Denizli hapsinde hakikat böyle tecelli etti. Oralarda açtığın mekteb-i ilm-i irfan ve medrese-i Hazret-i Kur’an’da, orada ve ondan intibaha gelen hapislerde bugün yüzlerce talebe okuyup tenevvür ve tekemmül etmekte ve hepsi de âlem-i insaniyet ve medeniyete yarar birer uzv-u nâfi’ hâlini almakta, kumarhaneler kapanıp nurhaneye dönmektedir. Asayiş ve inzibata ne büyük yardım…
Kalben ve ruhen terakki ve teâli ederek, indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş, velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve sâfi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehid yatırmak ve başlarına bekçi dik-mekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin.
Senin Sözlerin esna-yı takrir ve tahririnde, kalemin kâğıt üzerinde gayr-ı ihtiyarî yürüyüp seri’ bir surette ve hiç müsveddesiz ve galatsız, hata ve noksansız yazması ve birkaç saat gibi kısa bir zamanda risale ve kitablar meydana gelmesi ve bazan tercümanın hastalık ve rahatsız-lığına rastlamasına rağmen, tam ve doğru ve dürüst olarak nihayete ermesi, kat’î delildir ki; bir eser-i zekâ ve dirayet değil, belki Kur’anî bir hârika ve keramettir. Bu kadar sıkı ve saklı olduğun halde yine bir seyr-i seri’ ile her tarafa yayılıp yazılmaklığın, kadın ve erkek herkes tarafından telaş ve heyecanla bir panzehir ve bir tiryak gibi hüsn-ü kabule mazhariyetin ve sönsün diye üflenirken sönmeyip bilakis yanıp artan şiddetin, küfr-ü mutlaka ve zındıkaya karşı tek başına merdane ve şâhane heybet ve savletin ve nihayet neticede zafer ve galibiyetin, yalnız küre-i arzda değil, belki âlem-i melaikede dahi alkışlarla kar-şılandığı şübhesizdir.