Son Şahitler | Isparta Şâhitleri(II) | 22
(1-47)

SUAD ALKAN

 

1940 yılında Denizli'de doğdu. Talebelik yıllarında Bediüzzaman'la müşeref oldu.

 

Suad Alkan, Bediüzzaman'ı talebelik yıllarında ziyaret etmiş. Bu ziyaret hatırasını kendisi kaleme aldı. Onun ifadesini aynen takdim ediyoruz:

 

"Beni Bediüzzaman'a götürünüz"

"1956-1957 yılında ve 16 yaşında, çevremin maddî ve mânevî baskısından sıkılıp, okumak üzere Isparta İmam-Hatip Okuluna kaçtım. Giriş imtihanını kazanamadım. Fakat Müdür Beye çıkıp 'Kazanamamış olsam da okula gireceğim, yoksa intihar edeceğim. Ben okumak için yola çıktım, bir daha köyüme dönmem' dedim. Okul Müdürü Hayri Yavru Bey; talebimdeki hissiyatla karışık ciddiyeti, nazar-ı itibara alıp, 'Peki kaydetsinler' dedi ve okula girdim.

"Çallı Mustafa Öztürk, Burdurlu Mustafa Çetin ve yeğeni gibi ileri sınıftaki bazı talebelerle kirada oturuyorduk. İlk defa kış gecesi ısınmaya gittiğimiz odalarında, elinde 'Risale-i Nur Nedir?' başlıklı iki sayfalık bir bülten bulunan Mustafa Çetin'den Bediüzzaman ismini duydum. Ve hemen 'Beni Bediüzzaman'a götürünüz' dedim. Zihnim bu isme takılmış kalmıştı. 'Olmaz, senin aklın böyle şeylere ermez, Bediüzzaman seni kabul etmez' dediler.

"O sıralar okula seherde gidiyorduk. Kış mevsiminin gündüzleri çok kısa olduğundan okula giriş zili şafak sökerken çalardı. Bir gün evden yalnız çıktım. Hapishanenin altındaki yoldan İstasyon Caddesine sapacağım kavşakta, elektirik direğinin dibinde siyah sakallı, küçük yüzlü, lâcivert pardesülü bir şahıs gördüm. Yanılmıyorsam bu karşılaşmayı normalin dışında bir tarz olarak tekâkki ettiğimdendir ki, fazla insanlarla konuşmak meşrebime uymadığı halde ondan nereli ve niçin burada bulunduğunu sordum. 'Vanlıyım, Bediüzzaman'ı ziyarete geldim' dedi. Kalbime küçücük bir sadakat ve fedakârlık mührünün vurulduğunu hissetim. Küçük dünyamda Vanla Isparta arası, bugünkü muhayyileme göre Şam'la Londra arası gibiydi. Taaccübümü içime gömerek mektebe gittim.

 

"Üstadla arabaya giderken selamlaştık"

"Aradan bir kaç ay geçti. Başka, ama bir bahar sabahı gene okula giderken ve gene sokakların tenha olduğu saatlerde aynı kavşağı dönüp otuz adım girdim ki, arkamdan bej renkli bir otomobil geliyordu. Yanımdan geçerken içine dikkat ettim; şoförün arka kısmında çok yaşlı ve değişik kıyafetli, beyaz benizli , sakalsız, saçları sarığının dışına taşmış bir zat bana bakıyor ve sağ elini başına kaydırarak  selâm veriyordu. Nasıl mukabelede bulunacağımda bir an terddüt ettim. Bir yandan kendimi toparlamaya çalışarak, diğer yandan çantasız elimi göğsüme kaldırmaya çalışarak, başımı eğerek selâmlaşmış oldum. Kalbime ikinci bir nur noktası daha konmuştu. Şoför ve yanındaki gençler dikkatimi çekiyordu. Isparta'da, hele baharda, seher müthiş tecellilere mazhar oluyor. Şehri çevreleyen gül bahçeleri bütün Isparta'yı gül kokusuna bürüyor. Bej renkli araba, gözlerimin teslim olmuş bakışları içinde gül kokularına karıştı...

"İleri sınıflarda Zekeriya Kitapçı adlı bir ağabeyimiz vardı. Sık sık Üstadın evine gittiğini duydum. Ona da rica ettim, 'Beni oraya götür, beni görüştür' dedim. Galiba duyulmaktan çekiniyordu. Dileğimi yapamadı. Sonra Osman Kara'nın beni Üstada götürebileceğine gözüm kesti ve ona da müracaat ettim. Osman Kara sert mizaçlı bir ağabeydi. Gözü de karaydı. 'Peki' dedi ve beni aldı götürdü. Meğer Üstad, oturduğumuz ev ile okulun arasındaki yol üstünde iki katlı bir evde oturuyormuş. Kapı tek kanatlı ve önünde iki basamak... Osman Ağabey zile bastı. Zübeyir Ağabey açtı kapıyı. Ziyaret istediğimizi bildirdik. Zübeyir Ağabey bizi kapının arkasından bir yazıyı okudu. Çok yumuşak, çok sakin ve şefkatli bir sesle, Üstadla görüşmek yerine Risale-i Nur'ları okumamızı tavsiye etti. Üstad ihtiyardı, rahatsızdı. Ziyaretçiler sık sık geliyordu. Zübeyir Ağabey ne kadar sebep söylüyorsa, sanki hiç sözünü anlamıyordum. Demek ki anlamak istemiyordum. Dönmek istemediğimi anlamıştı. Üstada haber vermek üzere beklememizi söyledi, gitti.

 

"Üstadın huzurundayım"

"Kabul edilmiştik. Daha 10-15 basamak olan merdiveni nasıl çıktığımı, kilimsiz sofadaki iki kanatlı kapı önüne nasıl vardığımı bilemiyorum. Tüy gibiydim. Kapı açıldı. Gözlerim hemen arkasındaki sedirde yorgana sarılmış vaziyette oturan Üstada takıldı. Heyecanım, onu bir ince sis tabakası arkasında görüyormuşum  hissini veriyordu. Elini öptüm. Sedirin ayak ucunda diz çöktüm. Osman Ağabey arkama, kanapeye oturdu. Sedirin baş ucundaki bir ağabey de dedi ki:

"Kardeşim, Üstadımızın söylediklerinden anlayamayacağınız kısımlar olursa ben tekrarlayacağım.'

"Üstad zor konuşuyordu.

"İmam-Hatip Mektebi talebeleri bizim kardeşimizdir. Kahraman Menderes, ......' sözleri kulaklarımda çivi gibidir. Türkiye'nin iman hakikatleriyle ilgisi, Risale-i Nur'ların hizmeti üzerine, bize tam 45 dakika ders vermişti. Sesi çok zayıf çıkıyordu. Zaman zaman 'Anlayamadıklarınızı  ben açıklayacağım' diyen ağabey, Üstad susunca anlatıyordu.

"Ansızın ayağa kalkmış olduk. Üstad da doğruldu yerinden. Sol eliyle sağ omuzumu iki-üç kez sıvazlayarak adımı sordu. 'Özen Alkan' dedim. Üstad şöyle dedi.

"Benim çok sevdiğim bir biraderzâdem var, sana onun ismini veriyorum. Bundan sonra ismini kullanırsın...' Çocuklukla gençlik arasındaki bir yaşta öyle kendimden geçiyor gibiydim ki, tekrar elini öpüp ayrıldıktan sonra sokağa çıktığımızda bana verdiği ismi bile hatırlayamadım. Dönerken Osman Ağabeye bana ne isim verdiğini sordum.

"Suad!' dedi.

"Ondan sonra hep bu ismi kullandım. Özen, sadece nüfus hüviyetimin sayfasında kalmıştı. Tam kırk sene... Merhum pederim, vefatına altı ay kala, beni yeni ismimle çağırmaya ve mektup yazmaya başladı.

"Yirmi seneden beri talebelik, askerlik ve iş hayatımda ne zaman bir çıkmaz sokağa sapacak olsam, müşkül durumda kalsam, birkaç kere omuzuma konan o elin şefkat ve merhametini sürekli olarak duydum. Ciddî bir terbiye vermekten çok uzak kendi ebeveynimin yerine bu mübarek elin geçtiğini idrak ettim. Önceleri mutlak muhalif oldukları halde bilahare Risale-i Nur'ların imdada yetişen bir siyanet meleği gibi koruyuculuk vasfını kabullenen peder ve validemin halinden de bunu anlıyorum.

 

"Tugay Camiinin temel atma merasiminde"

"1959 senesinde Isparta İmam-Hatip Okulu üçüncü sınıf talebesiydim. Sıcak bir kuşluk. Şehrin ana caddelerinde askerî cemseler... Merkezî yerlerde, 'Askeri mıntıkada cami yapılacak, bu vesileyle birlik içinde mevlid kıraat edilecek; arzu edenler cemselere binip merasimi iştirak edebilir' diye bir şayia yayıldı. Hususan İmam-Hatip Okulu öğrencilerini mektebin önündeki İstasyon Caddesinden cemselere doldurup kışlaya götürdüler.

"Ben de gittim. Geniş bir sahada aralıklı  direklere hoparlör bağlanmış, temelin yanında da kürsü kurulmuş. Komutanlar, neferler, talebeler ve halk muhtelif şekilde yer yer sohbet etmekte. Silindir şapkalılar, beyaz şeritli talebe kasketleri, yüksek rütbeli subaylar dikkati çekiyor. Neferden ziyade subay var. Merasim saati bekleniyor. Aralarında sohbet eden gruplar birbirine ikişer üçer mesafede... Herkes ayakta. Hazırlığın sonu...

"Ansızın bir fısıltı yayılıyor kulaktan kulağa:

"Bediüzzaman Said Nursî geliyormuş!'

"Bir tuhaf oluyorum. Korkulan, kovalanan, herkesle görüşmekten menedilen, bilhassa subayların aleyhindeymiş intibaları yayılmak istenen bir zat böyle bir cemiyete nasıl geliyor? Sistemli bir düşünceye ve mantığa bağlı bulunmayan kafamda müthiş bir soru...

"Başımı fısıltının geldiği yana çevirdiğimde bir de ne göreyim; o kalabalık upuzun muntazam bir koridor şeklini almasın mı? Hayret ve hayranlığımı yenemiyorum.

"Kalabalığın dibinde bir kolunda Bayram, diğer kolunda Zübeyir Ağabeyler tutmuş olarak sarığıyla, siyah cübbesiyle, yün çorabı ve lâstik ayakkabısıyla, Üstad Bediüzzaman geliyor! Ve ne acaiptir ki, önünden geçtiği her komutan elini kasketine götürerek Üstad'ı selâmlıyor. Bediüzzaman onlara gülümsemelerin en nezihiyle ve elini başına götürerek hafif hafif  sallayarak mukabelede bulunuyor. Ben daha sonra ondan başkasına bakmadım. Temelin yanına vardıklarında yüksek rütbeli bir komutan, 'Hocam, buyurun ilk konuşmayı siz yapın ve ilk harcı siz koyun' dedi. O zaman dünya içime sığıyordu, ama ben dünyaya sığmıyordum. Böyle hissetim.

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri komutanın bu teklifine karşı teşekkür etti. İlk harcı koydu, fakat ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle konuşamayacağını belirtti. Bunun üzerine bir hatip çıktı kürsüye konuştu. Mevlid okundu. Merasim uzadı. Misafirler ağırlandı."

Ses Yok