HAMDİ SAĞLAMER
1932'de Samsun'da doğmuştur. İttihad'da, Yeni Asya'da ve Hak Yol İslam Yazacağız isimli şiir kitabında neşredilmiş birçok şiirleri bulunmaktadır. Bize gönderdiği yandaki resmin arkasında şu dörtlüğü okumaktayız.
Gerçi bir gölgedir, amma resim bir ömür andırır.
Gömülü hatıraları hayallerde canlandırır.
Basit bir kartı dost dilinde vesile-i dua olur.
İdrake dahi sığmayan saadeti kazandırır.
"Bir tokatla yola geldim"
"Üstadla görüşmemin ilki rüyada, biri de maddî âlemde olmak üzerek iki kısım olup, rüyada görüşmem beni maddî görüşmeye hazırladığı ve ikisi birbirini tamamladığı için bence önemli olduğundan, kısaca anlatmakta fayda göryüyorum.
"1957'nin Aralık ayı. Gayri İslâmi bir hayatın içindeyim. İslâmiyetin fiiliyatına taallûk eden hiçbir bağım kalmamıştı. Bu hayatın sarhoşluğu yüce Allah'ımızı bile düşünmeme fırsat vermediğinden hayallerim ve duygularım gibi, düşüncelerim de maneviyata yabanileşmiş bir halet-i ruhiyede, günah deryasında girdaplar içinde döne döne korkunç âkıbetlere sürüklenip giden bir kuru yaprak gibiydim.
"İslâmî ve imani ölçülerden bîhaber olduğumdan, bu gidişin dehşetini idrak edemiyor, çıkmaya da gayret sarfetmiyordum. Bu halim git gide çevremden kopmama, günahkârların bana çevre olmasına sebebiyet verdiğinden, bu da gittikçe kötüleşmeme vesile teşkil ediyordu. Bu yüzden bütün hayırlı dostların, hattâ yakınlarımın kurtulmamdan ümit kesip yüz çevirdiklerini görüyordum.
"Bir gece rüyada işret âleminde idim. Yanımızda uzun boylu, nuranî yüzlü, gayet muntazam, kızıl sakallı, koyu yeşil sarıklı, çok ciddi ve her haliyle hürmete lâyık bir adam geldiğini görünce, gayri ihtiyarî ayağa kalktım ve bizi o halde görmesinden utandım. Orada arkadaşlarımın içinden beni çağırdı ve 'Evlâdım, bu içkiyi, bir daha sakın içme' diye tenbih etti. Ben de, 'Peki hocam, içmem' dedim. O zat da döndü ve gitti. Biz, 'Tamam, hocayı savdık' der gibisinden devam ettik.
"Biraz sonra o zat tekrar yanımıza geldi. Fakat ne geliş! O mülâyim ve şefkatli hali gitmiş, yerini şiddet ve celâl almıştı. Gözlerinden sanki lâvlar saçıyor. Hiddetinden yüzü korkunç bir hal almıştı. Yine o topluluktan yalnız bana muhatap olarak, 'Ben sana bunu bir daha içmeyeceksin demedim mi?' deyip enseme bir tokat yapıştırdı. Ben yüzükoyun toprağa gömüldüm. Nefesim kesildi. Nefes alamıyor, boğuluyordum. Uğraştım, bir türlü kurtulamadım. Büyük yemin ederek, 'İçmeyeceğim' diye bağırarak uyandım. Fakat tokatın yeri çok şiddetli ağrıyordu. Tam bir hafta o tokadın yeri ağrıdı. Âdeta parmaklarının izini ensemde hissediyordum. Ömrümde ilk defa böyle bir tokatın en hak ettiğim zamanda gelmesi ve hayatımın dönüm noktası olması tesadüf gibi bahanelerle izah edilemezdi.
"Risale-i Nur'u rüyada öğrendim"
"O tokatın şevkiyle Müslümanlığa ait meseleleri sormaya başladım. Bu sormalar esnasında Risale-i Nur'a ulaştım. Fakat risaleleri pek anlamıyordum. Risaleleri okuduğum gece rüyamda, nur yüzlü, sarıklı, cübbeli mübarek bir zat, elinde tarif edemeyeceğim bir ışık, elimden tutup zifiri karanlıklardan bilmediğim ve görmediğim yerleri hem gezdirip, hem de risalelerden anlamadığım yerleri izah ediyordu. Bu hal fasılasız iki ay kadar devam etti. Ben risaleleri anlamaya başlayınca o zatı daha göremedim.
"Bana rüyada iki ay ders veren Üstadmış"
"Nur'lara kavuşmamdan yedi-sekiz ay sonra Bafralı Muammer Şenel Ağabeyle Isparta'ya Üstadı görmeye gittik. Galiba Nur boya ticaret diye bir dükkâna uğradık. 'Üstadı ziyarete geldik' dedik mi hatırlamıyorum. Orada oturanlardan birisi, 'Gazi Yiğitbaş ile iki mebus, Üstadı ziyarete geldiler. Üstad çok hasta olduğundan görüşmeyi kabul etmedi. Şimdi geri döndüler' dedi.
"O zaman, 'Bütün ümitlerim boşa çıktı' diye çok üzüldüm. Karamsar düşüncelere daldım. 'Koca iktidar partisinden üç mebus geldi, Üstad kabul etmedi de, benim adım yok, sanım yok, makamım yok, kim tanır, kim inanır, nesin, necisin?' diye düşünürken beş dakika geçti geçmedi, on dokuz-yirmi yaşlarında bir genç kapıya geldi. Bize hitaben, 'Üstad sizi bekliyor' dedi. Ve yürümeye başladı. Biz de apar topar kalkıp peşine düştük. Bir bahçe kapısı önüne gelince, kapı açıldı. Bayram Yüksel Ağabey -Samsun'dan tanıyordum- göründü. Bizi kapıdan içeri alıp, 'Maşaallah, sizi tebrik ederim. Üstad sizi kabul etti' diye bizimle musafaha edip, iki katlı ahşap evin ikinci katına, Üstadın yanına çıkardı. Üstad karyolanın üzerine oturmuş, başında ceviz yeşili bir sarık, sırtında cübbesi, içinde yakasız beyaz bir gömlek, -her halde hastalığından olacak- sırtında yorgan; oturuyordu.
"Üstadın şahsını görünce, kendisine bir yakınlık hissettim. Daha evvel sanki çok görmüşüm gibi geldi bana, ama nerede, bir türlü çıkaramıyordum. Halbuki daha önce resmini dahi görmemiştim. Fakat bunları şuurlu bir şekilde düşünemiyor, sadece farkında olmadan hissediyordum. Meğer iki ay, her gece rüyamda bana ders veren, Üstadmış. Aynı kılık, aynı kıyafet, aynı hâlde karşımda duruyordu. Bunu epey sonra anladım.
"Seni her sabah burada görüyorum"
"Bu halette yanına yaklaştım. Daha evvel elini öptürmediğini duymuş, 'Ne olursa olsun, öpeceğim' diye niyetlenmiştim. Eline uzandım, baktım, elini öpmeme müsaade etti. Ben de, 'Elhamdülillah, niyetim oldu' gibisinden bir kenara çekilip oturmak istedim. Üstad, 'Gel kardaşım' dedi ve beni alnımdan öperek kucakladı, yanı başını göstererek, 'Buraya otur' diye, adeta emretti. O kadar tuhaflaşmıştım ki, odada kim var, kim yok, bilemiyordum. Muammer Ağabey yanımda idi, elini öptü mü öpmedi mi, farkında değildim. Yalnız karyolanın ayak ucuna, kilimin üzerine oturduğunu sonradan gördüm. Üstad bana birşeyler soruyor, yanında olduğum halde sesini hiç duyamıyordum. Karşımızda duvarın dibinde birisi, 'Size Samsun'daki hizmetlerden soruyor' dedi. Ben de anlattım. Buna benzer tekrar tekrar sorular soruyor, ama fısıltı halinde dahi sesini bile duyamıyordum. Yine duvarın dibinde Hüsnü Ağabeyle Bayram Ağabeyi farkettim. O ânâ kadar odanın içinde onları -yanlarında biri daha vardı- farkedememiştim. Konuşmamız sual-cevap sürerken sesini -yakın olduğumuz halde- hiç duyamamam Hüsnü Ağabey tarafından -uzak olduğumuz halde- tekrarlanması üzerine içimden, 'Üstad konuşamıyor da bunlar kendilerinden mi söylüyor?' diye geçti. Üstad yatağın içinde iki dizinin üzerine gelerek, diklenip pürüzlü bir sesle konuşmaya başladı. 'Daha evvel sen buraya hiç geldin mi?' dedi. Ben de 'Hayır Üstadım, hiç gelmedim' dedim.
"Fesubhanallah, fesubhanallah' hayretini ifade ederken, elini yükseklerde gezdirerek yüzlerce dönüm meydanı içine alacak bir daireyi çizer gibi gösterirken 'Seni her zaman sabah derslerinde burada görüyorum' dedi. Üstad bunları söylerken, çok büyük bir meclisin daire hudutlarını görüyor gibi, yüz hatları, gözleri çok duygulu, kol hareketleri sert ve gergin, işaret parmağı bir oku andırıyordu.
"Seni otuz senelik talebelerimle birlikte talebeliğe kabul ettim. Abdülmecid, Abdurrahman ve Ahmed Hamdi Savlı'larla duamda dahilsin. Samsun'daki kardeşlere benden çok selâm söyle, ben Samsun'u ikinci bir Isparta olarak kabul ediyorum, gidince benim bedelime Karadeniz ve havalisini gezmenin hizmet bakımından iyi olacağını, benim halimin de buna müsait olduğunu tavsiye etmesiyle, gayrete gelerek kasaba kasaba dolaştım. Gittiğim yerlerde, kabiliyetimin fevkinde İslâmi meselelerle açıklık getiriyor, konuştukça mantıki deliller bulmakta kolaylık görüyor, sabahlara kadar benden çok daha kabiliyetli cemaatleri dinlettiriyordum. Ayrıca bu dini hizmetlere vesile olmak, başımın şiddetli ağrıması, iki kişiyle konuşmaktan aczimi hissettirir bir halden sonra olması, gezmenin benim bedelime olmadığına bana kat'i kanaat verdi. Hattâ bu halin o kadar tekrarını yaşadım ki, hizmetten evvel başka, hizmetten sonra tamamen başka bir hal alır oldum. Ne zaman sıkıntıya maruz kalsam, iyi bir hizmete vesile olacağımı şüphe götürmez bir sürette hissediyordum.
"Şamlı Hafız Tevfik'in anlattıkları"
"Muammer Ağabeyle hem gidiyor, hem de sevincimizden uçuyorduk. Eğirdir'i, Barla'yı ve Çamdağını gezecek, Üstadın kaldığı yerleri görüp hatıralarını dinleyecektik. Gerçi Üstadın bize Barla'ya kadar müsaade verdiğini müdriktik. Fakat 'Barla'ya git' demek, 'Çamdağına da gidin' demekmiş gibisinden bahaneler buluyor, ne hikmetse en çok da Çamdağını görmeyi merak ediyorduk. Eğirdir'e uğrayıp Çilingir Ali ve Hacı Bahri Ağabeylerin müzaheretiyle bazı yerlerini gezip Üstadın hatıralarını dinledikten sonra Barla'ya gittik. Altı kahve, üstü üç-dört yataklı bir otele çantalarımızı bıraktık. Camiye akşam namazını kılmaya gittik. İmam mübarek bir insandı, adeta beni çekiyordu.
"Duadan sonra hiç âdetim olmadığı halde ellerine sarıldım ve öptüm. Nereden geldiğimizi sordu. Ben de Samsun'dan Bediüzzaman'ın ziyaretine geldiğimizi, Barla'yı ve Çamdağını gezmek istediğimizi söyledim, çok memnun oldu ve bizi gece saat bire kadar bırakmadı. Kendisinin de Şamlı Hafız Tevfik olduğunu söyledi. Bize Üstadın çok hatıralarından bahsetti, çok feyizlendik.
"Yer ayırttığımız otelin altındaki kahvede geç saatlere kadar sohbet ettik. Bu sohbetimiz esnasında Hafız Tevfik Efendi Üstadın kâtibi olduğunu söyledi. Üstadla birlikte bulunduğu sıralardaki bir çok hadiseden bahsetti. Üstada kâtip oluşunu şöyle anlatmıştı:
"Üstad Şam'a Cami-i Emeviyede hutbe irad ettiği zaman ben çocuktum ve orada bulunuyordum. Babam âlim bir zattı. Namazdan sonra bana eliyle Üstadı göstererek, 'Bak oğlum, bu zatı iyi tanı, ileride büyük bir hizmette beraber bulunacaksınız' dedi. Aradan zaman geçti, ben Barla'ya döndüm. Garip bir tecellî, Üstadı da Barla'ya nefyetmişler. Barla'ya gelişinde beni görünce yanına çağırdı. Ben de gittim ve bu hizmette beni istihdam etti. Risalelerin yazılması için bende herşey hazırdı. Kâğıt, kalem, herşey koynumda hazırdı. Hattâ yağmura karşı yanımızda şemsiye bulunduruyorduk. Üstad bana âni olarak, 'Kâğıdı kalemi çıkar' diyordu. Bulutlara bakarak devamlı konuşuyordu. Biz de mütemadiyen yazıyorduk. Hattâ öyle ki, yanlış olacağından korkuyorduk. Fakat sonradan bakıyorduk ki, takatimizin fevkinde yazı hatasız ikmal oluyordu.'
"Sohbetimiz devam ederken Hafız Tevfik Efendi bir sigara sardı ve sararken de şu hatırasını nakletti: 'Ben çok sinirli birisiydim. Sinirleniyordum. Hem sigara, hem de çay tiryakisi olduğum için bazen başıma vuruyordu. Bir defasında Üstad yine sinirlendiğimi anladı, bana bir hiddet etti. Alnında sim siyah damar -parmak kadar- dışarı çıktı. Ben o halinden çok korktum. Sonradan bana, 'Ya sigarayı veya çayı bırak' dedi. Ben de çayı terkettim. Ondan sonra daha hiddetlenmedim.'
"Bediüzzaman'ı ziyarete geldik"
"Sabahleyin sabah namazı için tekrar camiye gittik. Namazdan sonra Barla'yı Çınar ağacını ve medreseyi gezdirdi. Otele döndüğümüzde jandarmalar herşeyimizi toplamışlar, bizi bekliyorlarmış. Apar topar bavullarımızla karakola götürüldük. Jandarma kumandanı başçavuş bizi ‘suçüstü’ yakalamaktan gururla ve sert bir tavırla bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, ara sıra ‘Sizi gidi sizi’ der gibi kafasını sallıyordu. ‘Burada işiniz ne? Buraya neden geldiniz?’ Ben de ayak ayak üstüne atıp, aynı sertlikle ‘Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete geldik, onun kaldığı yerleri de geziyoruz’ dedim. Ben istiyordum ki, Üstadı ziyarete gelmişken beni nezarete, yahut hapise atsınlar. Bu hatırayı hayatım boyunca bir iftar vesilesi olarak taşıyayım. Bu yüzden sırf işi büyütmek için o tavrı takındığım halde, bana ne birşeyler sordular, ne de valizimi karıştırdılar. Sanki ben orada yokmuşum gibi Muammer Ağabeyi ahiret sualine tuttular. Sual faslı bitti. Nüfus cüzdanındaki işaretlere baktılar. O bitti, bavul açıldı. Bütün eşyasından tek tek hesap vermek mecburiyetinde bıraktılar. Halbuki benim yanımda nüfus kâğıdım dahi yoktu.
“Bu vaziyette üç-dört saat geçmişti ki, içeri bir onbaşı girdi. ‘Araba geldi’ dedi. Başçavuş bize, ‘Araba sizi bekliyor’ dedi. Biz de gittik. Bizi otobüse bindirdiler, geri gönderdiler. Çok istediğimiz halde, Üstadın iznini bir adım bile aşamadan geri döndük. Hem de süngülü muhafızlı.”
Hamdi Sağlamer güzel şiirler yazan şair ruhlu bir insan. Üstad ve Nur talebeleri hakkında kaleme aldığı ve İttihad gazetesinde yayınlanan iki şiirini takdim ediyoruz: