HAKKI YAVUZTÜRK
1934'de Kemaliye'de doğdu. Emekli sağlık memurudur. 1952'de Nur Risalelerini okumaya başlamış; Nur Müellifini müteaddit defalar ziyaret edip, dersinde bulunmuştur.
"Büyük bir lütf-u ilâhî"
"Rahmet-i İlâhî'nin bir inayeti olarak Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin seksen yıllık mübarek ömür yıllarının son yedi senesine yetişebilmenin bizler için büyük bir lûtf-u İlâhî olduğunu anlamak ve yüce İslâm kahramanlarının yaptıklarından ve yapmak istediklerinden idrakimiz nisbetinde görüp müşahede ettiklerimizi anlatabilmekle, az da olsa, o nimete bir şükür olacağı düşüncesindeyim. Yoksa, onu anlatabilmek karıncanın dağı delmesi misali benim gibilerin çok fevkinde ve takadı dışındadır. Çünkü, Büyük Üstad, gerek şahsî yaşayışı ve gerekse Risale-i Nur adlı eserleriyle ve hattâ en küçük tavır ve hareketleriyle İslâmı bütünüyle yaşamış, kendisini dinleyen ve eserlerini anlamış olanları İslâma bağlamış, Kur'ân'a ve Hazret-i Peygamber Efendimiz'e (a.s.m.) rapteylemiştir.
"Böyle mütefekkir ve her söylediğini yaşamış ve seksen küsur yıllık hareketli ve bereketli ömrüyle ve eserleriyle, değil yalnız şanlı Türkiye'mize ve mukaddes âlem-i İslâma; belki bütün âlem-i insaniyete ders vermiş, hizmet etmiş bir büyük zat, her akşamdan sora bir sabah olacağı kat'iyyetinde inanmaktayım ki; her cephe ve yönleriyle anlatılacaktır. Bu, onu anlayanların en büyük gayelerinden biridir kanaatindeyim.
"Müsbet ilimlerle imanı birletiren yeni bir bakış açısı"
"Risale-i Nur Külliyatından Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Onuncu Söz denilen Haşir Risalesi'ni Bediüzzaman Hazretlerini tanımadan önce, 1952 yılı sonbaharında okumuştum. Önceleri pek bir şey anlayamamıştım, diyebilirim... Zira onları bir ilmihal ve dua kitabı gibi ortaokuldan arkadaşım olan Özer'den (Üzeyir Şenler) almıştım. O nazarla, yani dua kitabı telakkisiyle okuyordum. Daha sonra aynı arkadaşlar o zaman oturmakta olduğumuz Yenikapı' daki evimize yakın olan eski Aksaray Parkına, sabah namazlarından sonra yapılan Risale-i Nur okuma toplantılarına gider, bilhassa o tarihlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü talebesi olan Muhsin Alev Ağabeyimizin okuma ve izahlarını dikkatle dinlerdik. Hiç unutmam, onların toplantılarını ve Risale-i Nurlar'dan haftanın muayyen günlerinde muhtelif bahisler okumalarını ve anlatmalarını gördükten sonra, bu eserlerin tefekkürle okunması, bir dua kitabı gib okunmaması lâzım geldiğini anlamaya başlıyor, âdeta kendimde her geçen gün bir başkalık hissediyordum. Bunlar benim için o zamana kadar duymadığım izah tarzı, hâdiselere ve meselelere bakış şekilleriydi. Gerçi dinine bağlı bir ailenin çocuğuydum. Babam, annem namaz kılarlardı. Ben o zamanlar daha namazımı (on sekiz yaşında olmama rağmen) tam olarak kılamıyordum. Ama çok içtimaî ve dinî kitaplar okumuştum. Sağlık Okulu ikinci sınıfına, yani Lise 2'ye gitmekle beraber, merak saikasıyla çeşitli mütalâalarım vardı. Fakat, Risale-i Nur bahisleri onların hiç birine benzemiyordu. Meselâ, Gençlik Rehberi'nin bir bölümünde, şöyle deniliyordu:
"Kastamonu'daki lise taleberinden bir kısmı yanıma geldiler. Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar, dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlık'ı tanıttırıyorlar. Allah'tan bahsetmeyen muallimleri değil, onları dinleyiniz.'
"Bunlar bambaşka bir izah şekliydi. Fenlerin, ilim derslerinin kendi hususî dilleriyle Allah'tan bahsetmesi hakikatı, müsbet ilimlerle, imanı birleştiren yeni bir bakış açısı getiriyordu. Hazret-i Üstad, her Risalesinde ayrı ayrı mevzulara temas ederek, bu zamana kadar yazılagelen dinî eserlerden çok farklı izahlar yapıyordu. Bütün bunlar, bizler üzerinde bambaşka manevî bir bomba gibi tesirler yapıyor, mektepte fikrimize yerleştirilmek istenen materyalist fikirleri parça parça ediyordu, diyebilirim. Bu sebeplerle de, haftanın o muayyen toplantı günlerini, âdeta büyük bir iştiyakla bekliyorduk. Evet, bekliyorduk ki, yanlış bir lâiklik anlayışı neticesi, 'Allah'tan bahsetmeyi' ilericilik ve medeniyetçiliğe zıt sayan öğretmenlerimizin bize devamlı maddecilik telkin eden bunaltıcı havasından kurtulabilelim. Nasıl her fen, her ders, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedermiş, öğrenelim.
"Aksaray parkında her sabah ders yapıyoruz"
"Başta da dediğim gibi, tek başıma okumakla pek bir şeyler anlayamamıştım, âdeta her Nur Talebesiyle tanışmak, o eserleri anlamama bir anahtar oluyordu.İşte tam bu sıralar Ahmed Aytimur, Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci, Marangoz Hüseyin gibi ağabey ve kardeşlerle de tanışıyor ve onlarla alâkamı daha da sıklaştırıyordum. Ve hattâ kendi tanıdıklarımı da onlarla tanıştırmaya çalışıyordum. Artık haftanın muayyen günlerinde toplanıp ders okumayı ve dinlemeyi kâfi görmüyor, her sabah oturduğumuz Aksaray Yenikapı'daki evimize yakın olan Valide Camiine sabah namazlarında gidiyor, orada o zaman Aksaray parkı denilen yerde arkadaşlarla sabah namazlarından sonra bir-iki saat, broşür büyüklüğündeki (daktilo ile yazılmış) bir kısım Nur Risalelerini hayretle ve merakla okuyup dinliyorduk. Çok defa Muhsin Alev ağabeyimiz okur, izah eder, biz de dinlerdik.
"Meselâ, bir gün Onuncu söz adlı Haşir bahsine âit bir meseleyi okuyorduk. O teşbihli ve fevkalâde mantıklı ve güzel izahlı Risaleyi okurken, o kadar tesiri altında kalarak dinliyorduk ki, âdeta Roma'yı istilâ ederek, Arşimed'i çalışma yerinde yakalayıp öldürmek veya tevkif etmek isteyen askerlere, onun, 'dairemi bozmayın' dediği meşhur tarihî olay misali, etrafımızda olup bitenlerden habersiz, bütün benliğimizi veriyorduk, dersem mübalâğa etmiş sayılmam.
"Evet, o Haşir bahsinin o zaman o Aksaray parkında, âdeta tefrika edilen bir heyecanlı eserin, 'devamı yarın' der gibi, her gün parça parça okunması artık her sabahı iple çeker gibi beklememize sebep oluyordu. O zaman daktilo ile yazılmış broşür halindeki Onuncu Söz risalesinden sadece bir nüsha olduğu için mecburi bekliyorduk. Mecburi bekliyorduk, Muhsin Ağabeyimiz gelsin ve o Risaleyi getirsin, okusunlar dinleyelim diye. Benim o günler her sabah namazından sonra sık sık eveden çıkıp gitmem rahmetli annemin nazar-ı dikkatini çekmiş, tereddütle:
"Oğlum, böyle nereye gidiyorsun ki, sabah namazlarından sonra geç geliyorsun?' diye sormuştu.
"Fakat ben, ilk zamanlarda anneme dahi bilgi vermezdim. Okul tatilini de kendimce tam değerlendirdiğimi kabul ediyor, âdeta içim içime sığmayacak şekilde seviniyor; İslâmiyeti artık bambaşka görmeye, onun sadece namaz kılıp, oruç tutmaktan ibaret olmayıp, yepyeni bir hayat görüşü olduğunu anlamaya başlıyordum.
"O tarihlerde Büyük Doğu ve Serdengeçti gibi dinî ve millî mecmualar çıkıyordu. Çok defa alır okurdum. Bilhassa, Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Nurculuk bahislerini her gördüğümde heyecanla bir nefeste içer gibi okurdum. Ancak o mecmualar, Risale-i Nur'dan az bahsetmekle beraber, lehte yazılar olduğundan son derece memnuniyetle karşılıyor; benim gizli gizli daktilo sayfaları halinde ve acaip şekildeki büroşürvari okuduğum risaleciklerin başkaları tarafından da takdir edilmesine, makaleler halinde gazetelerde çıkmasına çok seviniyordum.
"Hiç unutmadığım bir hâdise"
"Risale-i Nurları vermeyi çekindiğimiz kimselera veya mübtedi olanlara, önce bu gazete ve mecmuaları verirdik. Şayet iyi karşılarlarsa, sonra Nurları vermek cihetine giderdik. Ama yukarıda da dediğim gibi, bu mecmualar Risale-i Nurlardan çok az bahsediyorlardı. Ayrıca yine o tarihlerde Milliyetçiler Derneği, Millet Partisi gibi İslâmiyetten bahseden dernek ve teşkilatların sempati duyanlarıyla da tanıştıklarım oluyordu. Onlardan birini burada anlatmadan geçemeyeceğim:
"Hiç unutmam, Milliyetçiler Derneğine üye, sık sık toplantılarına giden okul arkadaşım Orhan'la Çemberlitaş yakınlarında karşılaştığımız, aynen kendisi gibi derneğe üye, üniversiteli bir arkadaşına beni, 'Bu arkadaş Said Nursi'ni kitaplarını okuyor ve onların okunduğu toplantılara gidiyor' diyerek taktim etmişti. Benden beş-altı yaş büyük, üstelik İktisat Fakülteli bir kişinin kanaatlerinin ne olacağı ve bu takdim edilmemi nasıl bir mukabele ile karşılayacağı hususunda merak ederek, onu dikkatle takip etmeye ve dinlemeye başlamıştım. O şahıs, 'Said Nursî, çok kıymetli ve büyük bir İslâm âlimidir. Çeşitli mücadeleleri vardır. Takdir ederim, fakat o tamamen ilmî ve âdeta hedefine bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş giden bir islahatçı. İlmî toplantılar, kitap okutmalar suretiyle, fertelerin imanının kurtarmakla, cemiyetin değişmesine çaba göstermek istiyor. Biz ise, (Milliyetçiler Derneğini kasdederek) çok hızlı gitmek, bir tavşan hızı ile hedefimize varmak istiyoruz. (Yüzüme bakıp, kelimelere bastırarak) Bak, bir kaç ay içinde, her hafta yüzden fazla dernek şubelerimiz oldu. Neşriyat ve mecmularımız var. Çok kısa zamanda bilmem şu kadar olduk...' gibi izahlarla kendi görüşünü anlatıyor, ben de bu vesile ile, Risale-i Nur ve Said Nursi hakkında 'aydın kesim' dediklerimizin mütalaalarını o tarihlerde ilk olarak dinliyordum. Sonra bu çeşit kimseleri çok görecek ve dinleyecektim. Hattâ günümüzde dahi, büyüklü küçüklü, partili dernekli, pek çok misallerini, hep birlikte ibretle görecektik. Risale-i Nur'un devamlı parlaklığı artan ışığına rağmen, bu gibiler bir an parlayıp gözlere görünecek, sonra da sönüp gideceklerdi.
"Nurlarla daha fazla meşgul olmak istiyorum"
"O başlangıç zamanlarında çeşitli İslâmî akımların tam değerlendirmesini yapmamakla beraber, onların metod ve davranışlarını başka türlü görüyor, onlara ısınamıyor, hep istiyordum ki, Risale-i Nur'dan bahsetsinler. Bu sebeple Risale-i Nurları daha çok okuma yollarını arıyordum. O tarihlerde Süleymaniye'de Hacı Nazif Çelebi Beyin evinde haftanın tatil günlerinde dinî ve içtimaî konularda -daha ziyade talebelerin iştirak ettiği- toplantılar olurdu. Bilhassa Risale-i Nurların okunduğu günlere denk gelecek şekilde -on beş günde veya ayda bir okunuyordu.- O toplantılara bir kısım talebe arkadaşlarla birlikte giderdik. Çeşitli dernek ve cereyanların, Risale-i Nur'daki, İslâmî yepyeni izahlarla insanlara sunma metoduna aykırı hareket ettiklerini ve o cereyanlarla alâka kurmanın, bana en azından gaflet vererek Nurları anlamama perde olacağını hissediyor, ama yine de zaman zaman kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Risale-i Nurlarla tam meşgul olmak, okumak ve tam anlamak arzu ediyordum. Muhsin Alev abinin bizlere okuduğu daktilo ile yazılmış kitapları nasıl temin edebilir, nasıl daha çok okuruz, diye Özer Şenler arkadaşıma söylemiştim. O da bu defa Süleymaniye'de Kirazlı Mescit'teki 50 numaralı eve götürmüştü. Ahşap, küçük bir evin giriş katıydı. Bir oda, bir mutfak v.s. ibaret dar bir yerdir.
"Muhsin Alev ve Ahmed Aytimur Beyler burada kalıyorlardı. Burayı öğrenmiş ve artık buraya sık sık gitmeye başlamıştım. Risale-i Nurları buradan alıyor, müstakillen okuyor, ayrıca toplu derslere iştirak ediyordum. Hatta gizli tutulan, neşriyat işlerinden de, bazan haberdar ediliyordum. Sanki aylar gün gibi geçiyordu. Ve ben içten içe Bediüzzaman Hazretlerini görmeyi ve elini öpmeyi çok arzuluyordum. O kadar ki, rüyalarıma girdiği oluyordu.
"Üstadı ilk ziyaretim"
"1953 yılı İstanbul'un 500. Fetih yildönümüne yakın günlerde idi. Arkadaşlardan Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a geldiğini duydum. Bayezit Marmara Otelinde kaldığını söylediler. Onun ilk ziyaretine gittiğimde, Marmara Otelinin en üst katında kaldıklarını öğrendim. İkindi vakti sıraları idi, odalarında yoktular. O anda, hizmetlerinde bulunan Ziya Beye ziyarete geldiğimi bildirince, beni daha önce tanıdığından, Üstad'ın otelin taraçasında (damında) olduğundan bahisle kendisine duyuracaklarını, müsaade ederlerse görüşebileceğimi söyledi.
"Bekledim. Müsaade almış olsa gerek ki, biraz sonra beraberce taraçaya çıktık. Hiç unutmam, Bediüzzaman Hazretlerini elinde bir dürbün, Marmara Denizinin Adalar istikametine baktıklarını gördüm. Dama daha önce kurulmuş sandalyeler vardı. Beni orada kabul ettiler. Ellerini öptüm. Oturmamı söylediler.
"Beraberce oturduktan sonra, ne iş yaptığım, nereli olduğum hakkında sordular. Talebe ve Erzincan'ın Kemaliye kazasından olduğumu söyledim. Hitap ederlerken, 'Kardeşim' demeleri ve davranışlarındaki sâdelikleriyle mi yoksa, bilmiyorum ama, bendeki ilk heyecanlı hâl gitmiş, yerini dikkatle dinlemek almıştı. Belki Şark tarafından olduğumu söylememden olsa gerek ki; hangi aşiretten olduğumu da sordular. Aşiretin o anda tam mânasını bilmiyordum. 'Türküm' diye cevap vermiştim. Bana iltifat ettiler. Risale-i Nur'u anlayarak okuyan talebelerinin dalâlet fırkaları da hucüm etse, sarsılmayacaklarından, Risale-i Nur'dan aldıkları iman kuvvetiyle onlara karşı koyacaklarından, Risale-i Nur'un Kur'ân'a dayandığından bahsettiler.
"Ayrıca, eskiden insanları dalâlete sevk edenlerin memleketimizde az olduğunu, ancak binde bir kişinin o zaman insanın kötü yola sevk edebildiğini, şimdi ise, tersine bir durum bulundu. Fakat hak yola teşvik eden bir kişi bile zor bulunabildiğini söylediler. Bu durumdan ye'se ve üzüntüye kapılmamak gerektiğini de, şöyle bir misâlle izah ettiler:
"Nasıl ki, bin tane badem çekirdeği bulunan bir kimse, onları toprağa dikmesi neticesinde, o bin çekirdekten, sekiz-onu badem ağacı olarak meyva verse ve diğerleri de çürüse, o adamın 'Ben bu işten zarar ettim, çünkü çekirdeklerim çürüdü' demeye hakkı yoktur. Zira o sekiz-on fidanın ağaç olmaları sonucu, her birinin binler meyva vermesiyle, o çürüyen dokuz yüz doksan çekirdeğin verdiği zarar fazlasıyla telafi edilmiş olmaktadır. Aynen böyle de, binler adamın batıla giderek çürümesine mukabil, bir kısmının hakkı görerek, doğru yolu bulmaları neticesi, bunların cemiyete, insanlığa vereceği fayda, o çürüyenleri kat kat fazlasıyla telafi edecektir.'
"Ben o zaman ağdalı üslûp ve şivelerine alışık olmadığım için, anlamakta müşkilat çekiyor, ancak pür dikkat can u gönülden dinliyordum. Beni 'talebeliklerine kabul ettiklerini ve Risale-i Nur'u okumamı' söylediler.
"Üstad Hazretlerinin elini öperek Marmara Otelinden ayrılırken, ben, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş olarak uçarcasına ayrılmıştım. Bu benim, o İslâm kahramanı ve çok şefkatli Üstad'ımı ilk ziyaretimdi.
"Süleymaniye'deki 50 numaralı evden ayrılıyoruz"
"1954 yılına çok değişiklerle giriyorduk. Süleymaniye Kirazlı Mescit'teki 50 numaralı evde, bazı değişiklikler oluyordu. İstanbul'daki faal Nur talebelerinin bazılarında değişiklikler olmuştu. Muhsin Ağabeyimiz çeşitli sebeplerle Almanya'ya gideceğini beyanla teksir edilmeye hazır mumlu kâğıtlara daktilo edilmiş, Pencereler Bediüzzaman Said Nursi adlı risalecikleri bize bırakarak, 'Bunları siz Üstaddan müsaade alarak teksir edersiniz. Okul biterse Üstad'a gidersiniz, hizmetinde bir süre kalırsınız' gibi tavsiye ve temennilerle Almanya'ya gitmişlerdi. 50 numaralı ev boşaltılmıştı sayılır. Ahmed Aytimur Ağabeyin hemşehrisi olan ev sahibi, evi kiraya vermek ve tamir ettirmek isteğiyle, bizi çıkardıktan bir müddet sonra, evin tamamen çökerek yıkıldığını duymuş ve giderek bizzat da görmüştük. Duymuştuk diyorum, çünkü o semte pek gitmiyorduk. Cerrahpaşa ile Aksaray arasında bir yerde Aytimur Ağabeyimiz bir dokuma atölyesi açmıştı. Hüseyin isimli bir kardeşle ortak çalıştırıyorlardı. Oraya gider, oturur, Kur'ân hattına çalışır, Risale-i Nur okurduk. Gerçi Horhor taraflarında bir iş hanının odası da vardı. Oraya giderdik ama, ekseri ders ve Risale-i Nur çalışma yerimiz bu havlu dokuma atölyesi idi. Mehmed Emin, Özer ve ben Kur'ân yazısını artık seri şekilde hem okur hem de yazar bir hale gelmiştik.
"Kur'ân harfleriyle Risale yazar,Üstada gönderirdik"
"Risaleleri asıllarına bakarak veya şeffaf kâğıtla üzerine koyarak yazıp bitirdikten, yani asıl Risalelerden bir nüsha bu suretle elde ettikten sonra, bu artık bizim olan Risaleyi ciltçiye gönderir, ciltlendirir, sonra da Bediüzzaman Hazretlerine gönderirdik. Üstad Hazretleri bunları tashih eder, arkasına ismimizle dua yazar ve iade ederlerdi. Biz de bu el yazımızla yazılmış ve Bediüzzaman Hazretleri tarafından ekseriya tashih edilerek iade edilmiş ve kendi el yazılarıyla dua yazılmış Risaleleri, büyük bir hatıra olarak hıfzeder, saklardık. Öyle oluyordu ki, bazı günler mektep tatili ve müsait zamanlarımızda günde sekiz-on sayfa (Daktilo sayfası büyüklüğünde) yazdığımız oluyordu.
"Biz bunlara Kur'ân harfleriyle yazılmış olduğu için, Kur'ân harflerine izafeten 'eskimez yazı' ismini takmış 'eskimez yazıyla çoğaltılmış Risale-i Nurlar' diyorduk. Kâinatın kurulmasıyla var olan, bizi ve dünyamızı aydınlatan güneş 'Şu kadar milyon yıl evvel yaratılmıştır. O halde eskidir' demek hiç kimsenin hatırına gelmediği gibi...
"Maddî ve manevî âlemimizi nurlandıran ve ışıklandıran Kur'ân'ın da harfleri dahil hiç bir parçasına eski demek gönlümüze sığmıyordu. Onun için 'eskimez' diyorduk.
"Evet, bu Kur'ân harflerini öğrenmemiz, ecdadımızla bağlarımızı, köprülerimizi kurmaya büyük bir vasıta olduğunu veya olacağını, o zamanlar pek takdir edemiyorduk ama, yine de şevkle yazıyorduk.
"Hiç unutmam, okulumuzda Yunanistan mı Bulgaristan mı, birisinden gelme bir göçmen Türk öğrenci arkadaşımla, bir de benden başka eskimez yazıyı bilen hiç kimse yoktu. Okul öğrencilerini tarihî yerlere götürmek, tarihî eserleri göstermek hususunda sınıfta yapılan bir sohbet anında, benim bu harfleri mektup yazacak kadar öğrenmiş olmamı gören yaşlı edebiyat hocamız, çok hayret etmişti.
"Isparta'ya Üstadı ziyarete gidişim"
"Evet, 1954 yılında yukarıda izaha çalıştığım tebeddülatlarla birlikte, yine de İstanbul'un muhtelif yerlerinde toplanarak Risale-i Nur okumak, Anadolu'da teksir makinasıyla çoğaltılan Risaleleri ciltlendirerek, istenilen mahallelere göndermek gibi hizmetler, büyük zahmetlere rağmen sürüp gidiyordu. O yıl okul tatilinde Muhsin Ağabeyin tavsiyesi ve temennisine uyarak yeniden görmeyi, çok da arzuladığım Üstad Hazretlerinin ziyaretine gideceğimi Ahmed Ağabeye söylemiştim. O da bir çok bakımlardan zahmetli, kararsız, fakat sabırlı haldeydi. 'Üstad'a selâmlarıyla birlikte, memlekete gitme arzusunda olduğunu bildirilmesini' bana söylemişti. İstanbul'a Özer, Mehmed Fırıncı ve Mehmed Emin kardeşlerin hiç birisinin, her işini ikinci plâna iterek, münhasıran Risale-i Nur meseleleriyle meşgul olacak şartları yoktu.
"Bu şartlar altında Isparta'ya Üstad Hazretlerini ziyarete gitmiştim.
"Isparta'yı hiç görmemiştim. İlk defa gidiyordum. Yolculuğu trenle yapmıştım. Geldiğimde öğle saatleriydi. Tren istasyonu ile Üstad'ın kiraladığı evin arası uzaktı. Daha önceden adresi ve tarif aldığım için, kolaylıkla bulmuştum. Kapılarını çaldım, rahmetli Zübeyir Ağabey kapıyı açarak, beni karşılamışlardı. İstanbul'dan gelmekte olduğumu söylemiş, kendimi tanıtmamla (daha önce de Muhsin Alev Ağabeyin söylemiş olması sebebiyle olsa gerek) ilk karşılaşmış olmamıza rağmen derhal eve alınmış, Hazret-i Üstad da daha evvel tanıdıkları için huzurlarına kabul edilmiştim.
"Yukarıda izah ettiğim durumları,bilhassa Muhsin Ağabeyin gidişini kısaca izah etmek istiyordum. 'Hoş geldin Hakkı kardeşim' diyerek ve 'Maşaallah, barekallah kardeşim' gibi ifadelerle alnımdan öperek rahat olmamı (çünkü çok heyecanlıydım) ve oturmamı söyledi. Karyolada yatmıyor fakat yarı dik vaziyette duruyorlardı. Odalar evin ikinci katı, tabanları tahta ve battaniye ile kilimlerle kısmen kaplıydı. Karyolalarına yakın kilim üzerine dizlerim üzerine oturdum.
'Kardeşim, Ahmed'e söyle, Muhsin'i Emniyet'ten sorarlarsa, Almanya'ya benim Mucizeli Kur'ân'ın tab'ı için gönderdiğimi söylesin...' şeklindeki ifadelerinden sonra, diğer bazı hususlarda da şimdi tam hatırımda kalmayan bazı soruları sordu ve benim de cevaplandırmaya çalışmalarım oldu. Ahmed Ağabey hakkında ise, 'Ahmed şimdilik İstanbul'da kalsın' şeklinde buyurmuşlardı. Huzurlarında bir süre kaldıktan sonra, 'Kardeşim benim misafirimsin' demeleri üzerine, rahmetli Zübeyir Ağabey vasıtasıyla diğer odaya alınmıştım. Tahirî, Ceylan, Bayram ve Sungur Ağabeyler o zaman Üstadın hizmetlerinde idi.
"O gün ve gece evlerinde kalmıştım. Ertesi günü bir kısım İmam Hatipli talebelerin de iştirak ettiği sabah dersinde, tekrar Hazret-i Üstad'ın odalarına derse girmiştim. 10-15'ten fazla talebe vardı. (Sonradan İstanbul'da bir süre çok yakın arkadaşlık yapacağım Zekeriya Kitapçı da o talebelerin içindeydi.) Aynı bir okul dershanesi gibiydi.Yalnız, tahta sıralarda değil, kilimler üstünde oturuyorduk. Dikkatle okunan Risale-i Nur derslerini dinliyorduk. Üstad Hazretleri karyolalarında, fakat âdeta üniversite kürsüsünde gibi izah ediyor ve çeşitli bahisleri talebelere okutturuyordu. Talebeler ayrı ayrı okuyorlar, bir miktar okuduktan sonra, Üstadın işaretiyle diğeri okumaya geçiyordu. Ben arka taraftaydım. Ve devamlı dinledim. Gördüklerimi heyecanla takip ediyordum. Ders, tahminen bir saat kadar sürdü. Orada, o talebelerle tanışıp, hususî görüşmemiz mümkün olmadı. Beni misafir olarak tekrar odama aldılar. Odamda bir süre daha kaldıktan sonra, bir ara 'İstanbul'dan gelen var' dediler. Çıktım, baktım, arkadaşım Özer'di. İstanbul'da aniden o da karar vermiş ve beni takiben gelmiş olduğunu öğrendim. Üstad Hazretleri, bizi tekrar bu defa da Özer kardeşle birlikte huzurlarına aldılar. Diğer talebeleri de vardı odada... Çeşitli dersler anlattılar. Bir ara rahmetli Ceylan Ağabeye, 'Sen dışarı çık' diyerek bir talebesinin (Ceylan ağabeyin) kendilerini tarassut ve ta'cizde ileri giden gizli teşkilattan bir kişiye, tabancayla yaptığı bir olayı naklederek, o olayda, o talebesinin Kur'an hizmetinin hürmetine, hıfz-ı İlâhî'nin himaye ettiğini söylediler. Cesaretini bize örnek gösterip, bizim de cesûrâne hareket etmemizi, bazı haller olmasa, bizi yanlarında bırakacaklarını (ki biz her ikimiz de çok arzu ediyorduk. Yanlarında kalmayı ve hizmet etmeyi...) her ikimizi de talebeliğe kabul ettiğini bildirdiler. Son olarak da İstanbul'daki talebe ve bir kısım dostalarına (hatırımda kaldığınca Eşref Edip Bey, Gönenli Mehmed Efendi gibi...) selâmlarını söylememizi belirterek, bizim derha İstanbul'a dönmemizi istediler. Ve döndük. Ayrıca bu ziyaretimizde, sıhhatli olmasına çok dikkat etmek şartiyle. Muhsin Alev Ağabeyimizin mumlu kâğıtlara yazarak teksir etmeye hazır hâle soktuğu ve İstanbul'da bıraktığı Pencereler ile Divan-ı Harb-i Örfî ve Bediüzzaman Said Nursî adlı küçük risalelerini teksir edilme müsaadesini de almıştık.
"Maddî ve manevî imkânsızlıklar içindeydik"
"İstanbul'a dönünce sıkıntılı bir devremiz başlıyordu. Çünkü bütün zamanını ve imkânını Risale-i Nur'a hizmete verebilecek, maddî ve manevî durumları müsait kardeş ve ağabeylerimiz yoktu diyebilirim... Meselâ teksir yapacak bir yerimizi yoktu. Ahmed Ağabeyin havlu dokuma atölyesinde iki katlı ranzalı yerler vardı ama, bunlarda ancak, elle risale yazıyor ve okuyabiliyorduk, o kadar. Üstelik işçiler içinde, namazsız ve lâkayd, en azından taraftar olmakla beraber, meselelerimizden habersizler vardı. Dost-düşman müşteriler gelip gidiyordu. Ahmed Ağabeyin 'dişini sıkarak sabrettiği' karpuz sergisi gibi dağınık bir işleri de vardı ki, bütün bunlarla birlikte, kâğıt almak, teksir mürekkebi almak, yer bulmak gibi işleri de ilâve ettiğimizde , şimdi düşünüyorum da Ahmed Ağabeyin memlekete gitmek hususunda benimle haber göndererek Hazret-i Üstad'tan müsade almak istemesi, o kadar dağınık ve karışıklıklar içinde, 'hizmeti bırakıp gitmek değil' bunalan ruhunun rahata kavuşmasını arzu etmektir, diyorum, kendi kendime, her ne ise... Evet o işleri de ilâve ettiğimizde diyorum, çünkü bu mevzularda etrafına bilgi vermekte çok ketûm olan Muhsin Alev Ağabey ve Ahmed Ağabeyimizden başka, Risale-i Nur'un iç hizmet işlerini pek bilen yoktu. O bakımdan Risalelerin teksir makinesine çıkarılması için bir hayli Ahmed Ağabeyin şartlarının müsait olmasını bekledik. Sonra Ahmed Fırıncı arkadaşımızın Çarşamba'da rahmetli eniştesinin evinin bir odasında teksir makinesi teşkilatını kurarak yapalım dedik. Yine tam muvaffak olamadık.
"Abdurrahman Ağabeyin eve dershane oluyor"
"Nihayet Abdurrahman Tan Ağabeyin Süleymaniye Mimar Sinan Caddesindeki dükkânı üzerinde, Mehmed Emin kardeş, Özer Şenler, Mehmed Fırıncı'larla, işi çok gizli tutarak teksir makinelerini yerleştirip çalışmaya başlamıştık. Bu risaleleri, bir nevi manevî kerameti olarak da, Kirazlı Mescid Sokağında eski yıkılan evimizin bir ev arayla bitişiğindeki evi Abdurrahman Tan Ağabeyimiz (dilimiz alıştığı için ağabey diyorum, esasında dayı demem lâzım. Çünkü annemin süt kardeşi ve akrabası idi) satın almış, Mehmed Emin kardeşin ikna ve ricasıyla da, daha ev sahipleri taşınmadan, evin o zaman çatı katı olan en üst katına teksir ettiğimiz Risale yapraklarını gayet gizlilikle taşımıştık. Ve tasnif etmek üzere gayet rahatlık ve ferahlıkla, sıra sıra dizip o dar yerlerdeki sıkıntılı tasnif meşakkatinden kurtulmuştuk.
"Daha sonra Mehmed Emin Birinci kardeşin, Abdurrahman Ağabeyden evi bu işte kullanma talebi üzerine, alt katı hâlâ dershane olarak kullanılan Süleymaniye Dershanesi, Risale-i Nur Dershanelerinin İstanbul'daki ilk çekirdeklerini teşkil etmişti. Biz artık bir değil, bir çok meşakkatlerden kurtulmaya başlıyorduk. Bir müddet sonra, havlu dokuma atölyesindeki ranzalı, gürültülü Risale-i Nur çalışma yerimizden, Süleymaniye Kirazlı Mescid sokaktaki Medrese-i Nuriyemize taşınacaktık. Rahmetli Abdurrahman Ağabey, hem dükkânının mağara gibi taş ve küçük, fakat müstakil olan üst katını hem de yeni aldığı evin üst katlarını bize tahsis etmişti. Dükkânın üstünde, âdeta gece yatıp uyumadan teksir yapıyor, evin üst katında da, tasnif ile cilde hazır hale getiriyorduk. Risale-i Nur okumaktan ibaret olan umumî derslerimizi de, o zamanlar Taştekneler Mescidi, Şehzadebaşı Camii, Soğanağa Kâtip Sinan Camii ve bazı evlerde ve muayyen zamanlarda yapıyor, hususen Horhor, Sofular Mescidi gibi yerlere, teksir işlerimizi dahi bırakarak gidiyorduk. Gerek neşriyat hususunun ve gerekse derslerin devamı, çeşitli aksaklıkları olmakla beraber, hizmette hepimize müstakil hareket etmek ve Risale-i Nur'a kendi malımız ve eserimiz gibi sahip çıkmak konusunda büyük bir tecrübe ve cesaret sahibi olmamızı sağlıyordu. 'Kimin himmetli milleti ise, o tek başına bir millettir' vecizesini Risale-i Nur'da beyan eden Hazret-i Üstad, her talebesinin âdeta tek başına dâvayı omuzlayacak bir himmete hareket etmesini istemekteydi. Böylece, İstanbul'da o zaman basit çapta bir hizmet cemaatı teesüs etmişti. Herbirimiz o şahs-ı manevînin birer âzası olmaya çalışıyorduk. Bazılarımız, başta ben, belki bunu idrak edemiyorduk ama, Üstadımız şuurla bunu istiyordu. Rahmet-i İlâhî veriyor, kader-i İlâhî de ağlarını örüyordu. Bunun böyle olduğunu, ancak yeni yeni idrak edebiliyor, Allah'ın bu büyük lütfuna karşı, Hâzâ min Rabbî diyoruz.
"Üstadı müteakip ziyaretim"
"Müteakip senelerde sayısını hatırlayamayacağım kadar Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğimi söylemiştim. Bunlardan bazılarını tafsilatıyla hatırlayamıyorum. Yalnız, Emirdağ'da rahmetli Zübeyir Ağabeyle Üstadın arkasında cemaat olarak namaz kıldığımızı; yine ziyaretimde, yoğurtla karıştırarak yapılar yumurtalı-yoğurt yemeğini bana ikramlarını, (o yemekteki lezzeti hâlâ unutamam) askere giderken 'Allah'a ısmarladık' demek için uğradığımda, o tarihlerde İşaratü'l-İcaz adlı eserin Isparta'da, rahmetli Hüsrev Ağabeyin kalemiyle yazılmış mumlu kâğıtlarla teksir baskısı yapılmakta olduğu cihetle, 'Kardeşim, namaz tesbihatında hatırladım, derhal İstanbul'a dön! Teksir için lüzumlu kâğıtları İstanbul'dan, Ahmed Isparta'ya göndersin' dediklerini, benim de, dönüp bu haberi intikal ettirdiğimi; yine bir başka ziyaretimde, Rahmetli Zübeyir Ağabeyi göstererek 'Zübeyir'e bin lira maaş verseler, Risale-i Nur'a hizmetini bırakıp memuriyete girmez...' meâlindeki hitaplarını ve yine o yıllarda bir kısım kardeş ve ağabeylerimizle birlikte otuz kuruş yevmiye üzerinden hesaplanarak, 'bez kese' içinde 'tayın bedeli' olarak tuğralı tek liralardan meydana gelen (sonradan bu liralar tedavülden kaldırılmıştır) paraları, kese içimde alışımı da o yılların en büyük ve en tatlı hatıraları olarak unutamadığımı zikredebilirim.
"Üstadın İstanbul'a en son gelişi"
"Son yıllar çok çalkantılı geçiyordu. O zamanlar, Üstad Hazretlerini gazetelerden ve diğer vasıtalardan âdeta gün-begün takip ediyorduk. Nihayet 1959 Aralık'ın son günleriydi ki Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a gelecekleri hususunda telgraf geldiğini ve daha sonra da Çemberlitaş-Piyerloti Oteline indiklerini öğrenmiştik. Başta kahraman Zübeyir Ağabey olmak üzere birçok Nur talebeleri oteldeydiler. Bir kısmı da daha sonra geldiler. Üstad Hazretleri çok yorgun olmasına, oteldeki odalarında istirahat halinde olmalarına rağmen, ilk gün akşam vakti odalarında bizlere topluca ders mahiyetinde eski Divan-ı Harp Mahkemesinde yaptıkları mahkeme müdafaasından bahisle, Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat ettikten sonra Beyazıt'tan tâ Sultanahmet, Divanyoluna kadar 'Yaşasın zalimler için cehennem' diyerek kendilerini takip eden kalabalıkla topluca geldiklerini, Risale-i Nur'da geçen bazı mevzuları da ayrıca ders olarak anlattıklarını, ayrıca; kendilerini birçok vilâyetten şimdi dâvet ettiklerini, ancak Ankara, Konya ve İstanbul gibi birkaçına gidebildiklerini, ayrıca menfi milliyetçiliğin zararlarından bahsettiklerini hâlâ unutamam.
"Ertesi günü 1960 yılının yanlış hatırlamıyorsam ilk günüydü, sabahleyin erkenden yine gelmiştim. Otelde birçok Nur talebesi kardeş ve ağabeylerimiz vardı. Ayrıca, Emniyetten memurlar, bir kısım gazeteci muhabir ve bilhassa foto muhabirleri de vardı. Hususen bir ara İstanbul Yenikapı Ortaokulundan tanıdığım Rüçhan adındaki foto muhabirini, Üstad Hazretlerinin otelin üçüncü katındaki odaları karşısında, bitişik komşu evin dam kiremitleri üzerinde fotoğraf makinesiyle birlikte görmüştüm. Nasıl o dama çıkmıştı bilemem. Gerçi hemen mâni olmuştuk, ancak ertesi günü gazetelerde Üstad Hazretlerinin namaz kılarken çekilmiş fotoğraflarını görünce, bizler görmeden, belki rahmetli Zübeyir Ağabeyin müsaadesiyle o veya arkadaşları tarafından çekilmiş olduğunu tahmin etmekteyim.
"Üstad Hazretlerinin bir müddet İstanbul'da kalacağını tahmin ettiğimiz için, nasıl olsa sonradan söyleriz, gelir ziyaret ederler düşüncesiyle en yakınlarımıza dahi söylememiştik. Halbuki aniden rahmetli Zübeyir Ağabey; 'Üstadımız İstanbul'dan gidiyor' demişti. Hepimiz çok üzülmüştük. Amma çaresizdik. Üstadın çok kısa bir süre kalmaları, hepimizi de âdeta şaşkına çevirmişti. Zira, ben dahil oradaki bazılarımızın dünya gözüyle bir daha göremeyeceğimiz gidişleriydi bu.
"Üstad İstanbul'dan ayrılıyor"
"Evet, hazırlıklar yapılmıştı. Artık İstanbul'dan gidiyorlardı. Topluca odalarındaydık. Av. Bekir Ağabey hepimizi ayrı ayrı Üstad Hazretlerinin cenahlarına göre bizleri düzenli şekilde vazifelendirmişti. 'Sen sağında, sen solunda, bu ön, o arka taraflarında vesair gibi' dizilmiştik. O sıra Üstad baktım, takdirle Bekir Ağabeyi izliyordu. 'Maşaallah kardeşim sen tam Abdurrahman'ım gibisin...' (rahmetli biraderzadesini kastederek) şeklinde, takdirli tabirler kullanıyorlardı. Düzenli bir halde otel odasından çıkmıştık. Yukarıda da belirttiğim gibi, otel; gazeteciler, emniyet mensupları ve diğer meraklılar tarafından hıncahınç bir şekilde doldurulmuştu... Hele otelin önü.. Üstad Hazretlerini kapı önündeki Hüsnü kardeşin kullandığı otomobile âdeta bindirmemize imkân yok gibiydi. Üstadı, başta rahmetli Zübeyir Ağabey, Bekir Bey, Fırıncı, Birinci, Zübeyir, Abdünnur, Abdülkafi... gibi şimdi hatırlayabildiğim birçok kardeşler ve ağabeylerle bir çember içine alarak zorla otomobile bindirebilmiş ve Kabataş araba vapuruna kadar takip ve teşci etmiştik.
"Nereden bilebilirdik ki; 'bu helâket ve felâket asrının güneşi...' İstanbul ufuklarından ufule gidiyordu. Âdeta güneş doğuda batmak üzere batıdan gidiyordu. Onu, ta Kabataş vapur iskelesine kadar uğurlamıştık. Evet, ne bilirdik ki o tarihten sonra geçecek her gün bir saniye gibi tez geçecek ve bir daha görmeden üç dört ay gibi kısa bir süre sonra; doğuda, nebiler, evliyalar yurdu Urfa'da ebede uful edecek. Nur içinde yatsın."