Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi ma’naların hem nümûneleri insanda var; o nümûneler ile onlara işâret eder. Çünkü, meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir ma’na olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sâir sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem, esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî ma’nalara şehâdet eder. Hem insan, za’fiyle ve acziyle ve fakriyle ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine za’fına fakrına merhamet eden ve meded veren zâtın kudretine, ilmine, irâdesine ve hakeza sâir evsafına şehâdet eder.
İşte, dâire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle binbir esmâ-i İlâhîyye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin tâifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.
Bu birinci meyvenin hakîkatına beni îsal ve sevkeden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:
Bir zaman, ziyâde rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan zîhayat ve husûsan onlardan zîşuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musîbete giriftar olanların halleri çok ziyâde rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu âciz ve zaîf biçârelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi; istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip husûsi işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryad ediyordu.
Hem “O çok güzel memlûklerin ve çok kıymetdar malların ve çok müştak ve minnetdar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sâhibleri, bir hakîki dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.