Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar: “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umûmî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ: Dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbât-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasiyle ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor. Demek, nasılki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvâzenelerini muhafaza için, onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu ma’nada hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân:
gibi çok âyetlerle ferman ediyor.
Hem meselâ, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menba’lar, sular, mâdenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmane ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve anbarları ve hizmetkârları olduklarını isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sâirlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehâdeti ve söyledikleri
tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.