Çünkü, sineğin vücûdunda öyle ma’nevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san’atlar var ki; benim dükkânımda yok. Dâire-i iktidarımın hâricindedir.” der, müddeîyi tekdir eder.
Sonra o müddeî döner, fir’avnlaşmış felsefe lîsaniyle der ki: “Mâdem kendine mâlik ve sâhib değilsin, bir hizmetkârsın; esbâb nâmına benimsin.” der. O vakit Güneş, hak ve hakîkat nâmına ve ubûdiyet lîsaniyle der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki: Bütün emsâlim olan ulvî yıldızları îcad eden ve semavâtında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i zînetle süslendiren bir zât olabilir.”
Sonra o müddeî, kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim nâmına birşey kazanırım.” der. Onların içine girer. Onlara esbâb nâmına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lîsaniyle, nücumperest olan sâbiiyyunların dedikleri gibi der ki: “Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz.” O vakit yıldızlar nâmına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki; bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i Ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavânin-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.
Bizler öyle bir zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semavâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz fezâ-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir.
Bizler; donanma elektrik lâmbaları gibi, O’nun kemâl-i Rubûbiyetini gösteren nurânî şâhidleriz ve saltanat-ı Rubûbiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız.