izzet ve kudsiyet-i kudrete münâfî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücûd ve îcad da öyledir.
Onun içindir ki; îcad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelâl’in kudretine bakar. Hatta yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzûlü bir muttarid kanuna tâbi kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlâhîyyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur Güneş’in tulûu gibi bir kanuna tâbi olsaydı; o ni’met-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.
...Yirmi Dokuzuncu hassasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibâdet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyûm’u bu kadar hadsiz enva’-i ni’metiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukâbil, elbette zîhayatlardan o ni’metlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukâbil, sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukâbil medh ü sena etmelerini ve evâmir-i Rabbânîyesine karşı itaat ve ubûdiyetle mukabele edilmelerini ister.
İşte bu sırr-ı Rubûbiyete göre teşekkür ve ubûdiyet, bütün enva’-ı hayatın ve dolayısiyle bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyân, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibâdete sevkediyor. Ve “ibâdet Cenâb-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hasdır” diye çok tekrar ile beyân ediyor.
...Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyân edilmiştir ki; hayat, îmanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işâretler ediyor. Evet mâdem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır; elbette o hakîkat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir.