Belki, hayatın yirmi dokuz hassasiyle mâhiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşiyle ve ağaciyle, toprağiyle hayattar olan Dâr-ı Saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihâzât-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, husûsan insan hakkında meyvesiz, fâidesiz, hakîkatsız olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihâzâtca serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyâde ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir biçâre olacak.
Hem en kıymetdar bir ni’met olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemâdiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musîbetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, Âhirete îman rüknünü kat’i isbat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyâde nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münâsib bütün levâzımatı ve cihâzâtı hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetiştiren, hatta senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği husûsi ve cüz’î olan rızık duâsını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbâbı ihzâr etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umûmî olan beka duâsını hayat-ı uhreviyenin inşasiyle