Yoksa bâki, fakat âdi ve meşakkatli bir vücûdu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.
İşte mâdem mâhiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gâyet câmi mâhiyet-i insaniyye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyârî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete îman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medâr-ı saâdet ve lezzet; bir medâr-ı istimdâd, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medâr-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve fâidedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.
İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir fâidesi:Üçüncü Mes’ele’de îzah edilen ve Gençlik Rehberi’nde bir hâşiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.
Evet her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi, o i’damhâneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için, ruhunu feda eden o biçâre insanın; binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfârakat içinde i’dam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem -o düşünmek ucundan- göründüğü vakit âhirete îman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı. “Bak” dedi. O îmanla baktı. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhâniyeyi o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup, mesrûrâne bir nurânî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşâhedesiyle aldı. Risâle-i Nur’da bu netice hüccetlerle îzahına iktifâen kısa kesiyoruz.