Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket sûretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenatın enva’iyle tezyin eden ve ibretnüma mu’cizatlarla donatan bir zât, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır.” Öteki adam dedi:
“İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zât bulunsun ve bütün bu âlemi tek başiyle idare etsin.”
Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azîmdir. Onun için ona karşı lâkayd kalmak, hiç kâr-ı akıl değildir.”
O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi; onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesâdüfî ve karmakarışık işlerdir, kendi kendine dönüyor; benim neme lâzım.”
Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edebsizin yüzünden, ba’zan olur ki, bir memleket harab olur.”
Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya kat’iyyen bana isbat et ki: Bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sâni’i vardır. Yahut bana ilişme.”
Cevaben arkadaşı dedi: “Mâdem inadın divânelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahre giriftar edeceksin. Ben de sana on iki bürhan ile göstereceğim ki: