Bir Ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin on bir cümlesinin herbirinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız deki ma’nayı, basit avâmın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münâzara-i faraziye tarzında ve lîsan-ı hâli, lîsan-ı kal sûretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymetdar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:
Bütün tabiatperest, esbâbperest ve müşrik gibi, umum enva’-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin nâmına bir şahıs farzediyoruz ki: O şahs-ı farazî, mevcûdât-ı âlemden bir şey’e Rab olmak istiyor ve hakîki mâlik olmak da’va etmektedir.
İşte o müddeî, evvelâ mevcûdâtın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakîki mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lîsaniyle, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakîkat lîsaniyle ve hikmet-i Rabbânî diliyle der ki: “Ben hadsiz vazifeleri görüyorum.