belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu da’va ederdim. Haydi def’ol git, sen benden iş bulamazsın!”
İşte şeriklerin vekili, zerreden me’yus olunca, küreyvât-ı hamrâdan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya rast gelir. Ona esbâb nâmına ve tabiat ve felsefe lîsaniyle der ki: “Ben sana Rab ve mâlikim.” O küreyvât-ı hamra, yâni yuvarlak kırmızı mevcûd, ona hakîkat lîsaniyle ve hikmet-i İlâhîye dili ile der: “Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve me’muriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa göster ve gösterebilirsen, belki senin da’vanda bir ma’na bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak belki zerre miktar karışamazsın. Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşey’i görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki; senin ile, senin böyle karmakarışık sözlerine cevab vermeğe vaktim yok” der, onu tardeder.
Sonra, onu kandıramadığı için o müddeî gider, bedendeki hüceyre ta’bir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lîsaniyle der: “Zerreye ve küreyvât-ı hamraya söz anlattıramadım; belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen, gâyet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnûum ve hakîki mülküm ol.” der. O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakîkat lîsaniyle der ki:
“Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münâsebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve hey’et-i mecmûasına bağlı alâkalarım var.