Sözler | Onuncu Söz | 56
(48-119)

Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksûd-u bizzât değiller. Bir temsildir, bir takliddirler. O Zât mu’cize ile yapıyor. Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. −Nasılki, manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.− Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sâbit sûretler, bâki meyveler veriyorlar.

Demek bu ihtifâlât; bir saadet-i uzmâ, bir Mahkeme-i Kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir...

ON BİRİNCİ SURET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye... ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı, ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes’ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakîkatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsânât-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakîkatlerin zıtlarına inkılabıdır. Halbuki inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir.

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler...

Səs yoxdur