Sözler | Onuncu Söz | 71
(48-119)

Hem bak!.. Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müştâkane, öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiyye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp, duasına iştirâk ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insânı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fenayı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniyye olması derecesine çıkarıyor.

Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki; güya bütün mevcûdâta, semâvata, arşa işittirip vecde getirip duasına: “Âmîn, Allahümme âmîn” dedirtiyor. (Hâşiye)

Bak, hem öyle Semî’ ve Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki; bilmüşâhede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazını görür, işitir, kabûl eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki; şüphe bırakmaz o terbiye ve tedbir; öyle Semî’ ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm’e hastır...


Hâşiye: Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşâhede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnûatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılâı bulunmasın… Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılâı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem, hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm;O’nun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabûl etmesin. Evet Zât-ı Ahmediyye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsân ve bütün kâinatın mâhiyet-i hakikîyyeleri o nur, o ziyâ ile inkişaf etti ve göründü ki; şu kâinatın mevcûdâtı, Esmâ-i İlâhiyyeyi okutan birer Mektûbât-ı Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcûddurlar. Eğer o Nur olmasa idi, mevcûdât fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte, şu sırdandır ki: İnsânlar Zât-ı Ahmediyye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât O’nun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar. Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır. Meselâ, bir çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır...

Səs yoxdur