Sözler | YirmiDördüncü Söz | 360
(332-364)

Rahmânürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismanî hevesâtına ihzâr eden ve sâir Esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet’te sana müheyya eden ve herbir isminde ma’nevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî’nin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O’nun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise o Mahbub-u Ezelî’nin kendi Habibine söylettirdiği şu Fermân-ı Ezelîyi dinle, ittiba et:



İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i ni’met-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız. Çünki: Ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücûdu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihâlı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat’umatı bir sofra-i ni’met içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i ni’meti, o ellerin önüne koymuştur. Sonra ma’nevî çok rızık ve ni’metler isteyen insânîyyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni’met, o mîde-i insânîyyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihayetsiz ni’metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insânîyyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve îmanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra îmanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenâhî bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yâni, cismâniyyetin itibariyle küçük, zaîf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdud bir cüz’sün. O’nun ihsanıyla cüz’î bir cüz’den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zira hayatı sana vermekle, cüz’iyyetten bir nevi külliyete ve insânîyyeti vermekle hakikî külliyete ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nuranî bir külliyete ve mârifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubudiyet gibi lezzetli, ni’metli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tenbellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkîmane istiyorsun. Ve hem, “Niçin duam kabûl olmadı” diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak Cennet’i ve saadet-i ebediyyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, daima rahmet ve keremine iltica et. O’na güven ve şu fermanı dinle:
Səs yoxdur