İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın insâna karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halkedip semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insânlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sâir aktarında bulunan herbir nevi meyvelerinden, herbir adama istifâde imkânı vermek, hem insânlara semere-i sa’ylerini mübadele edip her nevi medâr-ı maişetini temin etmek için gemiyi insâna musahhar etmiştir. Yâni; denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki; rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebetdar etmekle beraber ırmakları, büyük nehirleri, insânın fıtrî birer vesait-i nakliyyesi hükmünde teshir; hem Güneş ile Ay’ı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün’im-i Hakikî’nin renk renk ni’metlerini insânlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiş. Hem, gece ve gündüzü insâna musahhar yâni, hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü, maişetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiştir. İşte bu niam-ı İlâhiyyeyi ta’dad ettikten sonra, insâna verilen ni’metlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede ne derece hadsiz ni’metler dolu olduğunu şu:
fezleke ile gösterir. Yâni: İstidad ve ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla insân ne istemişse, bütün verilmiş. İnsâna olan ni’met-i İlâhiyye, ta’dad ile bitmez, tükenmez. Evet insânın mâdem bir sofra-i ni’meti semâvat ve arz ise ve o sofradaki ni’metlerden bir kısmı Şems, Kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insâna müteveccih olan ni’metler hadd ve hesaba gelmez.
Yedinci Sırr-ı Belâgat: Kâh oluyor ki âyet; zâhirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki; sebeb, yalnız zâhirî bir perdedir. Çünki; gayet hakîmane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise; şuursuz, câmiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki; sebebler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücûdda müsebbebat ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakîkatta mabeynlerinde uzak bir mesâfe var. Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki; en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin îcadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesâfede, Esmâ-i İlâhiyye birer yıldız gibi tulû’ eder. Matla’ları, o mesâfe-i mânevîyyedir. Nasılki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür.