Sözler | YirmiBeşinci Söz | 419
(365-462)

Sonra da:



der. Bu cümlede o tafsilâtlı fiilleri icmâl ve isbat eder. Yâni, size hesabsız rızık veren odur ki, bu fiilleri yapar.


Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur’an, kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizâm, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki; sonra o âyine-misâl tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i İlâhiyyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre, elfâzdır. Şu Esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ:



İşte, Kur’an, hilkat-i insânın o acib, garib, bedi’, muntâzam, mevzun etvârını öyle âyine-misâl bir tarzda zikredip tertib ediyor ki;


içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. Acaba “bana da mı vahy gelmiş” zannında bulunmuş. Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizâm ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir. Hem meselâ:


Səs yoxdur