Sözler | OtuzBirinci Söz | 566
(559-589)

İşte şu temsil gibi; Hâkim-i Arz ve Semâvat, “Emr-i Kün Feyekûn”e mâlik, Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i itâat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semâvata kadar olan tabakat-ı mahlûkat ve tavâif-i mevcûdâtta küçük-büyük, cüz’î-küllî tabakatı ve tâifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i Rubûbiyyet, birer tabaka-i hâkimiyyet görünüyor. Şimdi, bütün kâinattaki makasıd-ı ulyâ ve netaic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubûdiyyetlerini görmekle, Zât-ı Kibriyanın saltanat-ı Rubûbiyyetini, haşmet-i hâkimiyyetini müşahede ederek, o Zâtın marziyyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl olmak için, alâ-külli-hâl, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i âzamiyyesinin ünvanı olan Arş-ı Âzamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn’e, yâni: İmkân ve vücûb ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir ki: Şu seyr ü sülûk ise, Mi’racın hakîkatıdır. Herbir insân, aklıyla, hayâl sür’atinde seyeranı, herbir veli, kalbiyle berk sür’atinde cevelânı ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür’atinde Arşdan Ferşe, Ferşden Arşa deveranı, ehl-i cennetin insânları, Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan Ruh-u Muhammedi’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medâr ve cihazâtının mahzeni olan Cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette O’nun ruh-u âlisiyle Arşa kadar beraber gidecektir.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl Mi’raca inanacağım?” Biz de deriz ki:

Mâdem, şu kâinat ve mevcûdât var ve içinde ef’al ve îcad var. Hem mâdem, muntâzam bir fiil, fâilsiz olmaz. Mânidar bir kitab, kâtipsiz olmaz. San’atlı bir nakış, nakkaşsız olmaz... Elbette şu kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmanenin bir fâili ve yer yüzünün mevsim-be-mevsim tazelenen hayretfeza nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır. Hem mâdem; bir işde iki hâkimin bulunması, o işin intizâmını bozuyor. Hem mâdem, sinek kanadından tâ semâvat kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise; O hâkim, birdir. (Bir olmazsa) Çünki herşeyde san’at ve hikmet o derece acibdir ki; o şey’in sânii, herbir şey’e muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzım gelir. Öyle ise; bir olmazsa, mevcûdât adedince ilâhların bulunması lâzım gelir. O ilâhlar hem birbirine zıt, hem birbirine misil olacaklar ve o halde şu acîb intizam bozulmamak yüzbin def’a muhaldir.

Səs yoxdur