Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatiyle ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemâlât-ı ilmiyesiyle Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân Kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.
İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada öyle nurânî ve saadetli ve hakîkatlı bir sûrette bir tebdil-i hayat-ı içtimâîye ile beraber, insanların; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimâîyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâb yapmış ve idâme etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyâde insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor; ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâ’be’nin duvarında altunla yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” nâmiyle şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâ’be’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevi bir edib: âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. O’na demişler “Sen müslüman mı oldun?” O demiş, “Hâyır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”
Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’ân’ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez.”
Hem o zamandan beri mütemâdiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enâniyetli ediblerin ve beliglerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz” diye i’lân ettiği halde o asrın muannid beligleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.