Ayetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Â’zam veyahud İsm-i Â’zamın altı nurundan bir nuru olan “ADL” isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskişehir Hapishânesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:
Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemâdiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayretengiz bir müvâzene, bir mîzan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcûdâtta olan tahavvülât ve vâridat ve masârıf; herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek Zât’ın mîzaniyle ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebâtâttan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılâbların hücumiyle şiddetle müvâzeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbâb başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesâdüf ve mîzansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o müvâzene-i eşya ve müvâzene-i kâinat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yâni: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gâzât-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemîn ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı...
İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvât-ı hamra ve beyzadan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihâzât-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masârıfına..