Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında, kemâl-i intizamla zerrâtı emr-i ile kaydedip yerleştiren, ordular îcad eden Zât-ı Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizamı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrât-ı esâsiye ve eczâ-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?
Hem, bu bahar haşrine benziyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hatta gece gündüzün tebdilinde hatta cevv-i havada bulutların îcad ve ifnasında haşre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hatta, eğer hayalen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanın iki cenahı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misâl-i haşir ve kıyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın. Bak! Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz hakîkata dâir ne diyor:
Elhâsıl: Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktezî ise her şeydir. Evet, mahşer-i acâib olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneş’i onlara şu misâfirhânede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir Zât’ın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, O’na şâyeste, dâimî, berkarar, zevâlsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâkî bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceğine; zâhirden hakîkate geçen ve kurb-u huzûruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nurânîye erbabı şehâdet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzat ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar