O bin nişanlı zât, onun yanına durmuş, o fermanın mealini umuma beyân ediyor. İşte şu fermanın üslûbları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celbediyor ve öyle ciddî, ehemmiyetli mes’eleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbûr oluyor. Çünkü, bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acâibi izhar eden Zât’ın şuunatını, ef’alini, evâmirini, evsâfını birer birer beyân ediyor. O fermanın hey’et-i umûmîyesinde bir turra-i a’zam olduğu gibi, bak herbir satırında, herbir cümlesinde taklid edilmez bir turra olduğu misillû, ifade ettiği ma’nalar, hakîkatlar, emirler, hikmetler üstünde dahi, o Zât’a mahsus birer ma’nevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor.
Elhâsıl: O Ferman-ı A’zam, Güneş gibi o Zât-ı A’zam’ı gösterir; kör olmayan görür...
İşte ey arkadaş! Aklın başına gelmiş ise, bu kadar kâfi... Eğer bir sözün varsa, şimdi söyle. O inadçı adam cevaben dedi ki: Ben, senin bu bürhanlarına karşı yalnız derim: “Elhamdülillâh inandım. Hem Güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki: Şu memleketin tek bir Mâlik-i Zülkemâli, şu âlemin tek bir Sâhib-i Zülcelâli, şu sarayın tek bir Sâni-i Zülcemâli bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divâneliğimden kurtardın. Getirdiğin bürhanların herbirisi tek başiyle bu hakîkati göstermeye kâfi idi. Fakat herbir bürhan geldikçe daha revnakdar, daha şirin, daha hoş, daha nurânî, daha güzel mârifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”
Tevhidin hakîkat-ı uzmasına ve “Âmentü Billâh” îmanına işâret eden hikâye-i temsîliye tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur’ân, nur-u îman sayesinde tevhid-i hakîkinin Güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki on iki bürhana mukâbil, on iki lem’a ile bir mukaddemeyi göstereceğiz (*) .
-------------------
(*): Bu kısım, Yirmi İkinci Söz’dedir.