— Hakîkat usandırmaz, libası değiştirmek istemem, buyururdu.
Yukarıda bir nebze zikredilmişdi ki, Bediüzzaman, Hakâik-ı Kur’âniyyeye (Hâşiye) âid on iki te’lifatını tabettirmişti.
Hâşiye: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İstanbul’da ve bir kısmını bilâhare Ankara’da tab’ ile neşrettiği o zamanki eserleri, kırk sene sonra “Arabî Mesne-vi-i Nuriye” ismiyle bir arada bir mecmua halinde neşredildi. İşte bu Mesnevi-i Nuriyenin mukaddemesinde bu eserler hakkında diyor:
“Kırk elli sene evvel eski Said, ziyâde ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakîkatül-hakâika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakîkat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi, yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü aklı, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakîkata giden ba’zı büyük ehl-i hakîkatın arkasında gitmek istedi. Baktı; onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmâm-ı Rabbânî de, ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et” demiş. Yâni: “Yalnız bir Üstâdın arkasından git”. O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki: Üstâd-ı hakîki Kur’ândır, tevhid-i kıble bu üstadla olur, diye yalnız o üstâd-ı kudsînin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu, gâyet garib bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şükûk ve şübehatiyle onu ma’nevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmâm-ı Gazâli, Mevlâna Celâleddin ve İmâm-ı Rabbânî gibi kalb, ruh ve akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ânın dersiyle, irşadiyle hakîkata bir yol bulmuş. Hattâ,
hakîkatına mazhar olduğunu Yeni Said’in Risâle-i Nuriyle göstermiş. Mevlâna Celâleddin, İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Gazâlî gibi akıl ve kalb ittifakiyle gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsinin evhamdan kurtulmasını te’mine çalışıp FeLillâh-il-hamd Eski Said, Yeni Said’e inkılâb etmiş. Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi o da, Arabça bir nevi mesnevi hükmünde “Katre”, “Hubab”, “Habbe”, “Zühre”, “Zerre”, “Şemme”, “Şûle”, “Lem’alar”, “Reşhalar”, “Lâsiyyemalar” vesâire dersleri ve Türkçe de, “Nokta” ve “Lemeât”ı gâyet kısa bir sûrette yazmış fırsat buldukça da tabetmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risâle-i Nur sûretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte, muhtaç mütehayyirlere ve dalâlette giden ehl-i felsefeye karşı Risâle-i Nur, geniş ve küllî mesnevîler hükmüne geçti.
.........................................................................................
O fidanlık mesnevi, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmağa muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risâle-i Nur; hem enfüsî hem ekser cihetinde turuk-u cehriye gibi afakî ve hariç dâireye bakıp, mârifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Adeta, Mûsa Aleyhisselâm’ın Asası gibi nereye vurmuş, su çıkarmış.
Hem; Risâle-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’ânın bir i’caz-ı ma’nevîsiyle herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi,