Yine bir gün, Mevlânâ Hâlid (K.S.) Hazretlerinin Küçük Âşık nâmında bir talebesinin neslinden mübârek bir hanım, yanında (Hâşiye) çok senelerdenberi muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifde teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenâb-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sâhib çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu sûretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübârek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazîfe-i teceddüd-ü dînin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım. Çünkü Hadîs-i Sahihde:
buyurulmuş. Mevlânâ Hazretlerinin, velâdeti bin yüz doksan üç, Üstadımız Hazretlerinin ise bin iki yüz doksan üçtür. Bu hadîsin tam îzahı Risâle-i Gavsiye’de vardır.
Üstadımız, arasıra bizlere husûsan Feyzi’ye, lâtife tarzında buyururlardı ki: “Cezanız var, tokat yiyeceksiniz, hapse gireceksiniz...” diye Denizli hapsimizi bize remzen haber verip; hem bizi îkâz, hem kablelvuku bir mühim hâdiseyi keşfen beyân ediyorlardı. Hakîkaten çok geçmedi, Üstadımızın dediği çıktı.
Yine Denizli hapsi hâdisesinden evvel buyurdular ki: “Kardeşlerim, çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene, herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere nakledeceğim” diye Kastamonu’dan teşrifini haber veriyorlardı.
Hem Denizli hapsi musîbetinden evvel Üstadımız buyururlardı ki: “Kardeşlerim, Risâle-i Nur’a birkaç cihette hücum hissediyorum, ziyâde ihtiyat ediniz.” Hakîkaten çok geçmedi, İstanbul’da bir ihtiyar hoca, bilmeyerek, bir Risâlenin bir mes’elesine îtiraz ediyor.
Hâşiye: O hanım “Asiye” dir.