Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız; emr-i maaşda Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle, iffet ve nezahetini dâima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki; Kastamonu’da bulundukları zaman, oturdukları evin icarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiç bir sûretle hediye kabul etmediler.
Hem Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenâdır; çünkü tekellüf sevdası, insanı hadd-i mârufu tecavüze sevkeder. Mütekellif olanlar, ba’zan hodbinane bir tezahür ve tefâhur tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler.”
Hem Üstadımız, gâyet mütevazidir. Tefevvuk ve temeyyüz dâirelerinden, şöhret sevdalarından ziyâdesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlîsanede bulunurlar. Mübârek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karışık bir nûr-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet dahi görünür. Dâima mütebessim bulunurlar. Fakat ba’zan tecelliyatın muktezası olarak mehâbet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki, artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek istiyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok def’a bu hali müşahede ettik.
Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat, söylediğini veciz söyler; her halde düstûr-u hikmet olarak pek ma’nidar ve pek şümullü birer câmiül-kelimdirler.
Üstadımız ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâlikdir ki, hatta kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene; “Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez.” buyururlar.
Üstadımızın nefisle mücahedede bir rüsuh ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı nefsaniyelerine hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmiyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne ile ubûdiyette bulunurlar.