Hem eğer ben siyaset ile işe girseydim, yüz risâlede on cümle değil, belki bin cümleyi, siyasetvârî ve mübarezekârane bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye -ki, şeytan da bunu inandırmağa çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez- Haydi, böyle de olsa, mâdem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor ve hükümet ele bakar, kalbe bakamaz ve herbir hükümette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette yine adliye kanunu ile bizleri mes’ul etmezsiniz! Son sözüm:
SAİD NURSÎ
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı beyân ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hulâsası şudur ki; o zaman, şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim; ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet-perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara verirdim.” Sonra dediler: “Sen, selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun?” Cevaben diyordum: “Hulefa-i Râşidin; herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-i Ekber (R.A.), Aşere-i Mübeşşereye ve sahabe-i kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat ma’nasız isim ve resim değil, belki hakîkat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan, ma’na-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”