Okuyucuların nazar-ı istiğrablarını celbedip “hâşâ!” Bediüzzaman’ın fânî şahsını insanlığın alkış tufanına tutmak değil; belki, onun şahsını ve hizmetini insafsızca iftira ve yalanlarla lekedar etmek istiyen ve dolayısiyle Risâle-i Nur’un hizmet-i îmaniyesine sed çekmeğe çalışanların mukabilinde Risâle-i Nur’un nurlu, müessir ve saadet-feşan hizmetini belirtmek için Kur’ânın bir şâkirdi ve Hazreti Peygamber’in bir ümmeti ve Allah’ın bir abdi olarak nâil olduğu ikramları zikrediyoruz. Din düşmanlarının bahânelerle taarruzunu ve insafsız hücumlarını red ve bir ma’sûmun ma’sûmiyetini beyân ediyoruz. Hatta diyebiliriz ki: Tarihte Bediüzzaman gibi hilâf-ı hakîkat olarak düşünce ve mefkûre, hizmet ve gayesinin tam zıddında şiddetli itham ve isnadlara ma’rûz kalmış bir kimse yok gibidir. Panzehire zehir isnad etmek gibi, bu milleti ve gelecek nesilleri anarşilikten, dinsizlikten, ahlâksızlıktan muhafaza niyet ve harekâtına, sırf îmansızlıktan neş’et eden bir dalâlet divâneliğiyle vatana ihânet, gençliği irticaa sevk ve zehirlemek ithamını yapmak, ne kadar acı ve ehl-i insafı ağlatacak elîm bir vaziyet olduğu bedihîdir. İşte Bediüzzaman; bir değil, yüz değil, binler def’a böyle hilâf-ı hakîkat ithamlara dûçar olmuş bir ma’sûmdur. Hizmetinde böyle olduğu gibi husûsi ahval ve ahlâkı noktasında da ahlâk-ı hamidenin en müstesna örneklerini yaşatmış, edeb ve iffetin en şâheser nümunelerini nefsinde gösterebilmiş bir nezahet ve hüsn-ü hulk âbidesidir. Hizmetini ifa eden, dâhilî ve hâricî hayat ve ef’aline âşina olan talebe ve hizmetkârları olan bizler, en yüksek sesimizle ilân ederiz ki:
Üstadın Kur’ândan alıp ehl-i îman ve insaniyetin istifadesine arzettiği ulûm-u îmaniyyedeki üstadlığı gibi, en ince muamelât ve ahvalinde ve husûsi hayatında da Kur’ân-ı Hakîmin hüsn-ü hulk olarak tarif ettiği ve yüksek bir velâyetin tereşşuhatı olan âsâr ve dâimî yüksek bir huzur görünür. Her zaman için. her haline nazar-ı dikkat ve ferasetle bakan ehl-i kalb ve erbâb-ı fazilet, onun kalb-i münevverinin bir şems-i hakîkat ve marifet halinde şûlefeşan olduğunu ve bir derya halinde dâimî temevvücde bulunduğunu kemâl-i hayretle görmekte ve İslâmiyet ağacının bu son ve kâmil meyve-i münevveriyle zemin ve zamanın iftihar etmekte olduğunu duyurmaktadırlar.