Üçüncü nokta: Vefat eden çocuk, bir Hâlik-ı Rahîmin mahluku, memlûkü, abdi ve bütün hey’etiyle onun masnu’u ve ona âid olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki; muvakkaten ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve vâlideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş. Şimdi binden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan o Hâlik-ı Rahîm, muktezâ-yı rahmet ve hikmet olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse; sûrî bir hisse ile, hakîki bin hisse sahibine karşı şekvâyı andıracak bir tarzda me’yusâne hüzün ve feryâd etmek ehl-i îmana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalâlete yakışıyor.
Dördüncü Nokta: Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî olsaydı; elîmâne teessürat ve me’yûsâne teellümatın bir ma’nası olurdu. Fakat mâdem dünya bir misafirhânedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de biz de oraya gideceğiz... Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umûmî bir caddedir. Hem mâdem müfârakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennet’te görüşülecektir.
demeli... O verdi, O aldı. “Elhamdülillâhi alâ külli hal” sabr ile şükretmeli.Beşinci Nokta: Rahmet-i İlâhîyenin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat; bir iksîr-i nurânîdir. Aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakka vüsûle vesîle olur.
Nasıl aşk-ı mecâzî ve aşk-ı dünyevî; pek çok müşkilâtla aşk-ı hakîkiye inkılâb eder; Cenâb-ı Hakk’ı bulur. Öyle de; şefkat, -fakat müşkilâtsız- daha kısa, daha sâfi bir tarzda kalbi, Cenâb-ı Hakka rabteder. Gerek peder ve gerek vâlide, veledini bütün dünya gibi severler. Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakîki ehl-i îman ise; dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakîkiyi bulur. Der ki: “Dünya mâdem fânidir; değmiyor alâka-i kalbe...” Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder; büyük ma’nevî bir hal kazanır.
Ehl-i gaflet ve dalâlet, şu beş hakîkattaki saâdet ve müjdeden mahrumdurlar. Onların hâli ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki: