İsrailiyatın bir tâifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, dâire-i İslâmiyete duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki:
O necib kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktaki içlerinden hak tecelli edip isti’dâd-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan dîn-i mübîni gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dînin mârifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münâsib olan geniş ve ulvî muhitleri; ve sâfi ve müsta’id olan fıtrat-ı asliyeleri ta’lim ve terbiye eden yalnız Kur’ân idi. Bundan sonra kavm-i Arab, sâir akvamı bel’ettiği gibi, milel-i sâirenin ma’lûmatları dahi müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise Vehb, Kâ’b gibi ulemâ-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arabların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zîra ulemâ-i ehl-i kitabdan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gâyet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, ma’lûmat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbûle ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü, İslâmiyet’in usûlüne müsadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ! Sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.
Hem de vaktaki şu İsrailiyat, Kitab ve Sünnetin ba’zı îmaatlarına merci ve ba’zı mefahimlerine bir münâsebetle me’haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadîsin ma’naları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zâhir-perestler, ba’zı âyât ve ehadîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur’ânı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadîs-i sahihtir. Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.