Tâ Sâni-i Âlem’in azametini tasavvur edesiniz.” Veyahut: “O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvânât-ı hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebîniyle temâşâ ediniz; tâ Sâni-i Kâinat’ın herşeye kadir olduğunu tasdik edesiniz.”
Acaba o halde; delil müddeâdan daha hafî ve daha muhtac-ı îzah olmaz mı idi? Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakîkatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı mâkule teklif olmaz mı idi? Halbuki i’caz-ı Kur’ân pek yüksek ve pek münezzehtir ki; onun safî ve parlak dâmenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakîkiye telvih ve işâret ettiği gibi, ba’zı zevahir-i âyâtı kinayede olduğu gibi maksada menâr etmiştir.
Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb, yahut tasdik ve tekzib; kinayât ve emsâllerinde, fenn-i Beyân’da “maânî-i ûlâ” ta’bir olunan sûret-i ma’naya râci değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile ta’bir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de; nasıl kelâmda bir kelime, istiâreye karîne-i mecazdır. Öyle de; kelime-i vâhid hükmünde olan Kelâmullahın bir kısım âyâtı, sâir ihvanının hakîkat ve cevherlerine karîne ve rehnümâ ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl: Bu hakîkatı pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’ân diyor:
İlerisine de hâfız değilim.” Nazar-ı hakîkate karşı maskara olacaktır.