Kudsi Kaynaklar | Kudsi Kaynaklar | 143
(1-445)
Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır:
Birincisi: Şu istidadın meyelânı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyete kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin red ve hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyet'in tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-i şemsden tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men'etmektedir.
İkinci Nokta: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve heva ve muris ayineye ve mizacına galebe çalmazsa, o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidad
onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken; o, onu kendine çevirir ve telkih eder, kendi emrine müsahhar eder.» (Âsâr-ı Bediiye sh: 101)
İşte, âlem-i İslâm ülemasının arasındaki ihtilâf mes'elesi münasebetiyle Hazret-i Üstad'ın yaptığı şu acib izah, her ne kadar direkt olarak hadîs ilmi ve usûlüyle alâkadar değil gibidir. Lâkin dikkat edilirse o ihtilâf muhaddislerde de vardır. Çünki muhaddisler bazan bir hadîsin üstünde gerek senedi, gerekse metin ve mânası üzerinde ne kadar ihtilâfa düştükleri mâlumdur. Şimdi Hazret-i Üstad'ın üslûbca ibaresinin hemen anlaşılması güç olan eski eserlerinden "Tuluât Risalesi"nden aldığımız metni hülâsa edip, şimdiki dil ile yazmak icab ederse, şöyledir:
"İslâm âleminde muhaddisler, kelâmcılar, usûl-ü şeriat ve teferruatının âlim ve müçtehidlerinin büyük olan meclisi arasında vuku' bulmuş ihtilâfların şekli mühim değildir. Madem bunların umumî hey'eti, manevi bir meclisi andırıyor. O halde meclisteki umum âlimerin ekseriyetinin ittifak ettiği mes'eleler, umum müslümanlar için geçerli, doğru olanı ve en haklısıdır. Ekseriyetin ittifakı dışında kalan re'y ve görüşlerde de hak olan noktalar olabilir. Amma onu bazı hususî istidadlara bırakmak lâzımdır. Hem de kayıdlı şekilde tutmak gerekir. Yani, umum müslümanlara aid olarak değil, bazı hususî istidatlara mahsus olarak o gibi görüşler kalabilir. Hakikat ve Şeriat ve re'y-i cumhur böyle iken, maalesef çoğu zaman bu iş böyle uygulanmamıştır. Öylesi hususî görüş sahibleri, onu kayıdlı ve hududlu olduğu halde, mutlak bırakmışlardır. Onun etbaı da onu iltizam edip umumîleşmesine gayret sarfetmişlerdir. Bunlara karşı muhalefet eden hak ehline bu mutaassıblar harb açtılar.
İkinci tehlikeli bir husus da; o gibi ferdî kavillerin içindeki hakikat, hususî istidadı hasebiyle onu seçenlerin heves ve mizacları onu kenide tabi' etmek değil, belki ona tabi' olmak ve o kavlin içindeki hakikatle renklenmek icab eder. Aksi takdirde o kavil veya görüş, büyük bir tehlikede bırakılmış olur."

ÂYET VE HADÎSLERDEKİ, MUTLAKA VE VAKTİYE VE MÜMKİNE OLAN
KAZİYELER, BAZAN KÜLLİYE VE DÂİME SURETİNDE GÖRÜNMELERİ
VE ANLAŞILMALARI MES'ELESİ
Yani birer hususî vakte veya zamana mahsus olarak gayr-ı muayyen ve mutlak olan bazı iş ve hususlar hakkında vârid olmuş bazı hadîs-i şerifler veya Âyet-i Kerimeler, yanlış olarak umumî ve her zaman vukuu hazır imiş şeklinde anlaşılması veya öyle bilinmesi mes'elesidir.
Hazret-i Üstad'ın sözleri:
Meselâ Şeriat «demiş: "Bu şey küfürdür." Yani o sıfat imandan neş'et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfretti denilir. Fakat mevsufu ise, masume ve imandan neş'et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da haiz olan başka evsafa mâlik olduğundan o zât kâfirdir denilmez.»
«Tenbih: Bazı âyât ve ehadîs vardır ki, mutlakadır, külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.»
«... Öyle zaman olur ki bir kelime bir orduyu batırır. Bir gülle otuz milyonun mavhına sebeb olur. Nasılki oldu da... Öyle şerait tahtında olur ki; küçük bir hareket, insanı âlâ-i illiyyine çıkarır. Öyle hâl olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib ferdler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.
Meselâ: İnsanlarda velî, cumada dakika-i icabe, Ramazan'da Leyle-i Kadir, Esma-i Hüsna'da İsm-i Azam, ömürde ecel mechul kaldıkça sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir...» (Âsâr-ı Bediiye sh: 128)
Bu mes'ele, Hazret-i Üstad'ın bir de 1911'lerde te'lif ettiği Muhakemet eserinde ve ondan evvel neşredilmiş bazı makalelerinde daha başka bir tarz-ı üslûbda yazılmıştır. Yani, daha çok muhaddislerin kaidelerine riayet içinde görülmektedir. Demek analşılıyor ki; sonraları hakikatın nüvesi inkişaf etmiş ve
mes'elenin asliyeti vuzûh peyda etmiştir. Bundan dolayı muhaddislerine de bazı kaideleri küllî ve daimî ve hiç yırtılmayan muhkem kaideler olmadığı anlaşılmıştır.
İşte, bu mes'eleyi Muhakemat eserinde ve bazı makalelerinde Hazret-i Üstad'ın uzun izahlarından ezcümle bir-iki yer alıyoruz:
Ses Yok