Zülfikar Risalesi | 29. Mektubun Sekizinci kısmının İkinci | 15
(1-16)

Ya aşkla hüsündür, ya hâmaset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte
                             yabanî edebse hamâset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik
            hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat mad-
                                       desinde, kâinata san'at-ı İlâhî sûretinde bakmaz;

Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar,
                                                          tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yer-
                                                 leştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ızdırabatına, o edeb-
            sizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş; o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit,
                        sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi
                                                      şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insânın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred
                                                                                                            tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren
                                                 der: “Sefahet fenadır, insânlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikane bir tas-
                                    viri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'andaki
                                                                             edebse hevayı karıştırmaz.

Hak-perestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâl-perestlik zevki, haki-
                                                 kat-perestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlâhî, bir sıbga-i
                                      Rahmânî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâni'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her iki-
                    si, rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse, fakd-ül-ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı
                                                        bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i
           hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir. Hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabanîler
                                                             içinde koyar; hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile
                       kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur'anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yeti-
         mâne değildir. Firak-ul-ahbabdan gelir, fakd-ül-ahbabdan gelmez.

Ses Yok