Son Şahitler | Emirdağ Şâhitleri(II) | 55
(1-75)

REFET KAVUKÇU

 

1929'da Erzincan'da dünyaya geldi. Hattat ve ressamdır. Tevafuklu Kur'an'ın hattatı ve Nur Risalelerinin kapak kompozisyonunun ressamıdır. Pek çok tablo ve posterin de hattatı ve müzehhibidir.

 

"Uykudan ani ve korkunç bir sarsıntı ile uyandık"

"Sene 27 Aralık 1939. Karlı, soğuk bir kış gecesi... Üzeri 40-50 santimetre toprak yüklü, bir o kadar da karla kaplı, düz damlı, kerpiç duvarlı evimizin bir odasında, yanyana dizilmiş yataklarımızda yatıyoruz.

"Fecre yakın bir saatte, gecenin gaflete bürünmüş tatlı uykusundan, ani ve korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Duvardan duvara uzanmış 20 santip çapındaki ağaçların yüklendiği damdan; akşam özenerek hazırladığım ödev defterimin üzerine dökülen topraklar, çökmek üzere olan Erzincan'ımızının ilk gözyaşları olmuştu.

"Korku ve sarsıntı, hepimizi sanki yataklarımıza çivilemiş, kırmaşamıyoruz. Durmadan beşik gibi sallanıyoruz. Başucumuzdaki duvar büyük bir gürültü ile bahçe tarafına devrildi. Damı omuzlayan ağaçlar istinatsız kalınca toprak ve kar yüklü dam yekpare olarak üzerimize indi. Bu inişe, çok nezaketli bir eda ile oturdu denebilir. Süratli ve ani yıkılış, damın tonajını da arttırdığı halde hiçbirimiz ezilmemiştik. Neden ve niçin? Ailece yanyana dizilmiş kurbanlık koçlar gibi ölüme hazır duran, yani hep birden ölmek için, sanki kasten sıraya dizilmiş ve bir odaya getirilmiş olduğumuz halde ölmemiştik. Ölmek için her türlü esbabın içtima ettiği bir anda, ne idi bizi kurtaran? Şefkatli bir annenin mışıl mışıl uyuyan yavrusunu uyandırmak için dikkatle örttüğü battaniye hafifliğinde, o toprak yığınını üzerimize koyan kimdi? O dehşetli hâdiseyi her hatırlayışımda,  bu suallere cevap ararım. Şefkat ve Rahmet-i İlâhiyenin tecellisini ayne'l-yakin seyredip Rabb-i Rahimime şükrederim.

 

"Refet bağırma, Allah de!"

"Bir kuş gibi üzerimize konan dam, yavaş yavaş kartal gücü ile yüklenmişti. Ellerim yanımda, sıkışıp kalmıştım. Açık yüzüme ve ağzıma toprak akıyordu. Teneffüste güçlük çekiyor ve bağırıyordum. Henüz ilkokul 3. sınıf talebesiydim. Ağabeyim beşte okuyordu. O daha sabırlı ve tevekkül sahibi imiş ki, 'Refet bağırma, Allah de!' diye o dar ve sıkıntılı halde telkinin esirgemiyordu. Rahmetli babamın tam ağız istikametinde damın üzerine bir delik açılmış. 'Can kurtaran yok mu?' diye bağırıyor. Annemin, 'Acaba çocuklar ne oldu?' diyen, topraklar arasından sızan elemli, endişeli sesi, hâlâ kulaklarımda... Ne hikmetse biz onları duyuyoruz, onlar bizi duymuyorlarmış. Yataklarımız bitişik, fakat aramız ağaç ve toprak dolu...

"Dört yaşındaki kardeşim, annemin yanından ayak ucuna kaymış. Ailemizin tek şehidi olduğunu, yine annemin ızdırap dolu sesinden anlamıştım.

 

"Şefkat kahramanı annem"

"Babamın sesini duyan, evleri yıkılmayan komşular ve amcalarımızın, kazma, kürek, üzerimizdeki çalışmalarını tamamen duyuyoruz. Kazmalandıkça akan topraklar, teneffüsümüzü daha da güçleştiriyor. Biraz sonra seslerden, babamın çıkarıldığını anlıyorum. Hakikaten 'Şefkat kahramanı' annem, kendini çıkarmak isteyenlere itiraz ediyor. Kaderin ona bahşettiği o eşsiz duygu, o latif hissiyat ağır basıyor ki, 'Önce yavrularımı çıkarın, ben az çok nefes alıyorum' diye haykırıyor. İşte size, 'önce can' diyen kaideyi kökünden sarsan ve 'değil önce can, önce canan, sonra can' diyen mümtaz varlık, anneler ve annem... Belki ölümlerin en çetini ve ızdıraplısı olan o ağır yükün altında, yavrusunun kurtulmasını kendi ölümüne tercih eden, İlâhî rahmetin mücessem timsali olan annelerimize sonsuz hürmet ve saygılar az gelir. Onun vicdanını, o eşsiz temiz duygu ile süsleyen ism-i Müzeyyen sahibi Hikmet-i Rabbaniyeye sonsuz hamd ü senalar olsun...

 

"Ölmemiştik... Kaderin programı bitmemişti çünkü..."

"Son anı pek hatırlamıyorum. Topraklar arasından çıkarılıp, uçurumun başında oturtulmuş buldum kendimi; sanki berzah tarafında idim...

"Hamden Lillâh, buzlu toprak ve on binlerce ölü arasından, bir merhamet eseri olarak ayıklanmış, çıkarılmıştık... Sabah aydınlığı kendini göstermiş, soğuk bir rüzgar hayretten dona kalmış simaları hafifçe okşuyor. Binlerce şühedâyı haşre kadar uyutacak olan ve meçhul istikbâlin namzetleri bulunan bu kazazedeleri ninnileyen o koca beşik hâlâ sallanıyor. Durup durup sallanıyor ve günlerce bu sallantı devam ediyor.

"Ölmemiştik, kazazede olmuştuk. Çünkü kaderin programı bitmemişti. Hayat yolculuğu devam edecekti. Emirdağ'a uğrayacaktık. Hazret-i Bediüzzaman'ın elini öperek ders dairesine girecektik. İşte bunun için, bu eşsiz hâdisenin ve ebediyetlere kadar uzanacak olan bu renkli tablonun çizimi için, o gün ölmemiştik. Ölüm için herşey, mezara kadar herşey hazır iken; hatta onun içine gömülmüş olduğumuz halde öldürülmemiştik. Demek, bu büyük dâvada kısmetimiz vardı... Cenab-ı Haktan hayırlı âkibetler olsun cümlemize...

 

"Tabiatçılık telkinleri altında okuduk"

"Tabiatçılık telkinlerinin sık sık yapıldığı bir devrede okumuştum. Bilhassa tabiat derslerinde ilkokuldan beri, tabiatın yaratıcı olduğu üzerinde hemen her ders durmak, öğretmenlerimizin sanki baş gayesi idi.

"Körpe dimağlarımız kesif ve süratli bir tabiatperestlik fikrinin telkini altında devamlı yaralanıyordu. Ebeveynimiz, bu dersleri tekrar ettiğimizde hem kızar, hem şiddetli tepki gösterirlerdi. Fakat reddedici ilmî mukabele düsturundan mahrum olduklarından; kalbimizde açılan küfür yaraları şifasız kalıyordu.

"Dinî tedrisatın, hatta elif cüzünü okumak ve okutmanın yasak oluşu, zamanın dehşetini gösteriyordu.

"1939 Erzincan zelzelesinin enkazı içinden ayıklandıktan altı ay sonra, Konya'ya gitmiştik. Ağabeyimle elif cüzünü okumaya giderken, hocanın girip çıkarken ve okuma odasında alınan telkinler, gizliliğin ve yasaklığın en bâriz işaretleri idi. İlkokul 4. sınıf talebesi olarak hâdiseleri çok iyi hatırlıyorum.

 

"Tereddütler içinde bocalıyordum"

"Böylece uzun seneler geçti. İmanlı bir sülâlenin ve muttaki bir ailenin çocuğa olarak, tereddütler içinde hâlâ bocalıyorduk. Rûhî ızdıraplarıma ve buhranlarıma sebebiyet veren bu mütereddid hâletten kurtulmak için çareler aramaya başladım. O zamanlar neşredilen bir kaç İslâmî mecmua vardı. Yetersiz olmakla beraber abone olmuştum. Fakat bir yandan da değil istifade etmek, belki istifhamlarımın artmasından korkuyordum. Zaten yürekler acısı bir durumu vardı, o zamaki neşriyatımızın. Nereden nereye geldik? Hamd ü senalar olsun Rabb-i Rahimimize.

 

"Binbaşı olan amcam, bana Nur talebelerini göstermişti"

"1951 yılında Ankara Merkez İnzibat Komutanlığında mülhak yazıcı idim. Beş vakit namazını kılan İbrahim isminde haricî postaya bakan arkadaşıma imrenirdim. Merkeze bazen gece gelirdi. Sebebini sorduğumuzda, 'Cebeci'de bazı arkadaşlarım var, oraya uğradım, namaz kıldım, kitap okudum' derdi. Ama ne dâvet ederdi, ne de mahiyetini açıklardı.

"Jandarma Binbaşısı olan amcam, bir bayram günü Cebeci'deki  evlerinin alt katında oturan talebeleri bana gösterdi. Bahçede birisi abdes alıyordu. Kendilerini ziyarete gittik. Ruhumda bir iştiyak uyanmıştı. Onları çok sevmiştim. Evlerini ve sîmalarını mahzun mahzun seyrettim. Amcam, Nurcu olduklarını söylemişti. Ne yazık ki hiçbir konuşma açılmadı. O ilk karşılaşmanın neticesiz kalışına yanar durumum. Nurları tanıdıktan sonra, İbrahim'i merak ederken, Süleymaniye 46'da buldum. Cebeci'deki evin mahiyetini de  o zaman öğrenebildim.

 

"Çareyi tasavvufî kitaplarda arıyordum"

"Terhisten sonra çâre arayışlarım devam etti. Bir  zaman sonra, çareyi tasavvufî kitaplar okumakta aramaya başladım. Mevlânâ ve İmam Gazâlî gibi selef-i salihînden meşhur ve makbul zat-ı muhteremlerin telkin sahâlarına girdim. 1956'ya kadar kabiliyetimce istifadeye çalıştım. Tabiatçılığın ruhumda açtığı yaraların zâhiren iyi olduğunu zannederken, için için kanadığını da  hissediyordum. Çünkü, 'neden'ler, 'istifham'lar, cevapsız kalıyor, rahatsızlığım devam ediyordu. Babam camiye gönderirdi. Allah affetsin, gezinir gelirdim. Rahmetli, 'Seni evlâtlıktan kovarım' derdi. Çok ızdırap duyardım. Fakat, tahakkümle iman olmaz ki, ne yapayım?

 

"Bedizzaman'ın ismini ilk duyuşum"

"Çok değişik formülde bir telkin aradığımı hissediyordum, ama nerede? Mütedeyyin iki şahıs mı başbaşa konuşuyor, onları dinlemek için beni bir meraktır sarıyordu. Aynı merakla dayım Hakkı Güler'in çalıştığı mağazada başbaşa vermiş konuşan bir kaç kişiye yaklaştım. Sakallı bir zat, bir tebrik kartını yüksek sesle okuyordu. 'Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de O tanzim etmiştir. Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir' vecizelerini merak ve hayretle dinledim. Bu ifadeleri ve bu tarz vahdaniyeti ispat eden bir üslûbu ilk defa duyuyordum. Mânâ derinliğini deryalar kadar olan azametini hissetmedim değil... İmza yerinde yeni duyduğum bir isim:

"Bediüzzaman SAİD NURSÎ...

"Isparta'da kaldığını ve büyük bir âlim olduğunu söylemişti, tebriki okuyan.

 

"Konuşan yalnız hakikattır"

"Garip bir tevafuk ve kader tecellisi... 'Konuşan yalnız hakikattır' yazısı, kitaptan kopmuş tek bir sahife halinde, satın aldığım bir kitabın arasında elime geçti. Okurken çok, pek çok taaccüp ettim. O yüksek feragat ve fedakârlıklar, o ulvî âlicenaplık karşısında hayretten hayrete düştüm. Rûhen ve cismen cezbelenmiştim. Çok sürmedi, Cemaleddin isminde bir memur arkadaşım Hazret-i Üstad ve Risaleler hakkında malûmat verdi. Osman Yüksel isminde ihtiyar, sakallı bir zatı tanıtarak, eserleri temin etmemi sağlamıştı. Bana teksir edilmiş küçük bir kitap verdi. Okumaya çalıştım. Fakat bir şey anlayamadım. Ama bir türlü vazgeçemiyordum. Mutlaka derin mânalar ve mefhumlar yatıyor bu ifadelerin altında, diye bende bir kanaat hasıl olmuştu. İlk anda anlayamadığım bu Nurlu Külliyatı okumaya karar verdim. Hakkı dayımla Osman Efendiyi sık sık ziyaret ederdik. Bugün merhum olan o zat bir nevi pîrim olmuştu.

 

"Bediüzzaman ismi ruhumda dalgalanmalar meydana getirmişti"

"Bediüzzaman ismi, ruhumda büyük dalgalar husule getirmiş olacak ki; kartvizitler üzerine el yazısı ile 'Bediüzzaman Said Nursî' ismini yazar, dostlarıma, 'Bunu saklayın, unutmayın, ileride bu ismi tanıyacaksınız' diye dağıtırdım.

"Muhterem ağabeyim M. Kemal Ural Beyin Ladik adresi elime geçti. Bir mektup yazdım. Sitayişkârane bir ifade ile hemen cevap verdi. Lâyık olmadığım tavsiflerle mektupları devam etti. Merhum Âtıf Ural Ağabeyim gibi sîmalarla kısa zamanda tanışmış oldum.

 

"Nurların takip altında olduğunu işitince""

1956 senesi yaz mevsimi idi. Yeni basılmış Gençlik ve Hanımlar Rehberi posta ile adresime geldi. Bu suretle İstanbul cemaati ile de muarefemiz başladı. O sıralarda Nurların takip altında olduğuna dair bir havadis duymuştum. Gelen eserlerin bir kısmını iade ederken, Mehmed Birinci Ağabeyime bir mektup yazmıştım. Çok geçmeden hatamı tashihe  rağmen, hatırladıkça hâlâ hem güler, hem üzülürüm. Demek henüz çok zayıf imişim.

"Hâdiseler insan için en güzel muallim olduğu gibi, diğer bir cihetten de cesaret, inanç ve sadâkat derecesini ölçmekte  mihenk teşkil ediyor. Ben de mihenge vurulmuş, terkibimde ne var, ne yoksa analiz edilmiştim.

"Büyük Sözler'in matbaa ile ilk nefis baskısı, aynı senenin son aylarında elime geçti. Bunu Mektubat ve Lem'alar takip etti. Dükkânımızda rahmetli pederimle devamlı okurduk.

 

"Büyük bir hizmet ve mücahede cereyan ediyordu"

"O seneler hem bakkaliye işletiyor, hem de tabelacılık yapıyordum. Ankara Nur Medresesinin varlığını duyunca bir mektup yazarak, 'Tabelasını bana yaptırırsanız ücretsiz yazarım' diye teklifte bulundum. Cevapsız kalınca cehaletimi anladım. Demek bilmediğim bir mücadele ve hizmet vardı. Türkiye ve İslâm âleminin mukadderatını yakından ilgilendiren büyük bir manevî mücahedenin içinde idi Nur Müellifi Hazret-i Bediüzzaman ve Nur Talebeleri. Görünüşte basit ve pasif;  fakat iç bünyede, hak ve hakikat nazarında azim ve aktif bir cihad... Şehidiyle, gazisiyle bir cihad berdevamdı Türkiye'de. Bu ulvî ve haklı mücadelenin yanıbaşında vurdumduymaz olarak yaşıyorduk, belki uyuyorduk.

"Gerçi biraz da hareketli sayılırdık. Hekimoğlu İsmail ismiyle maruf, Ömer Okçu Beyin de dahil olduğu seçkin ve araştırıcı bir grupla evlerde toplantılar tertipliyorlar, muhtelif mevzularda hususî çalışma yapıp bir sonraki toplantıda arkadaşlarımıza takdim ediyorduk.

 

"Ankara Dâvası üzerine başlayan. aleyhteki kampanya beni çok korkutmuştu"

"İmam-ı Gazâlî ekolu ve felsefesi gibi mevzuları üstlenen ve işleyenler olarak,  1958 Ankara Dâvasına mesnet teşkil eden broşürün (lahika mektubu) dağılmasını müteakip, sol basının başlattığı yaygarayı gazetelerde okuyunca çok korkmuştum. Nurcular aleyhinde atılmış büyük manşetler karşısında baygınlık geçirir bir hale gelmiştim. 'Nurcular aranıyor',  'Filan yakalandı' gibi tabirler beni âdeta bozguna uğratmıştı.

"Aslında dâva yine devam ediyordu. Fakat ben, cihad nedir? Hak yolunda çile nedir? Fedakârlık, ferâgat ne demektir? Bilmiyordum. 700 ciltlik koca kütüphane dolusu felsefî ve tasavvufî eserim vardı. Okumaya devam ediyordum. Demek hep nazarî oluyordu. Tahkikî bir iman ruhu alamıyordum. Zamanın hizmet tarzına muvafık, derdime nâfi olamıyordu. Böylece ikinci bir mihenge vurulunca, zaafımı anlamıştım...

 

"Şimdi daha iyi anlıyorum"

"Şimdi daha iyi anlıyorum, Nurların iman tahşidatındaki musırrâne derslerini ve hemen yanıbaşımdaki karakol, mahkeme ve Yusufiye tatbikatını... Ve elli senedir devam eden, bundan sonra da devamı anlaşılan çileli, cihadın ehemmiyetini. 'Hak yumruklandıkça kuvvetlenir' sözünü, evet yeni anlıyorum.

"Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşühatlarıdır; bizler taksimü'l-amâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip, o ab-ı hayat tereşşühatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.'

"Vazifemiz hizmettir. Netice Cenab-ı Hakka aittir. Biz  vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Mesleğimizde kuvvet var; fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilir' tavsiyelerinin isabet ve heybetini, vatanımızın bütünlüğüne ve saadetine, bir hiç uğruna kasteden tahribatından sonra, ancak anlıyorum. Âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehit, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşit, hem kutb-u âzam olarak bu zat-ı nurânîden  ders alan bu azim cemaatın icraatındaki tesir ve isabetin nasıl bir feyizle hasıl olduğunu yeni anlıyorum.

"Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı istemek mânasızdır, lüzumsuzdur.'

"Muhtelif turukların başı ve şu seyyarelerin güneş Kur'ân-ı Hakimdir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşit de ve en mukaddes Üstad da odur.

"Demek Kur'ân'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâili ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir' gibi tabir, tarif ve beyanları itiraf edeyim ki; yeni yeni anlıyorum.

"İmanî meselelerde olduğu gibi; içtimaî ve siyasî  mevzuatta da daima yol gösterici olmuş ve isabet kaydetmiş, itimat ve istikrar kazandırmış olan Nur gibi bir halaskârı ve onun muazzez, mualla müellifini tanımlayabilmek, anlayabilmek; ondan bir hayat boyu müstefit ve mütefeyyiz olabilmek gibi bir lütfa mazhariyetin, bir değil, bin ömrü feda etmeye elyak olduğunu, ancak şimdi âcizâne anlıyorum.

"Bu hakikatları, bu âciz ve nâkıs kuluna anlatan ve sevdiren Rabb-ı Rahimime sonsuz hamd ü senâlar olsun...

 

"Üstadın yurtiçi ziyaretleri büyük bir heyecan uyandırmıştı"

"1959 senesinin Aralık ayı idi. Bir müddetten beri, Hazret-i Üstadımızın Konya, Ankara ve İstanbul'a ziyaretlerini, gazetelerden ve radyodan mühim havadisler meyanında, büyük büyük manşetler tahtında öğreniyorduk.

"Memleket sathında muhalifinden mutabıkına, küçüğünden büyüğüne kadar herkeste bir heyecan ve hatta bazı çevrelerde bir endişe var. Herkes merak içinde...

"Hazret-i Üstadımızın, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Hacı Bayram ve Hz. Ebâ Eyyub'u (r.a.) bizzat giderek ziyaret etmesi karşında,  İnönü'nün gösterdiği şiddetli tepkiler ve radyo konuşmaları heyecan ve telaşı daha da artıyordu.

 

"Ankara'daki toplantı"

"Bu sıralarda yapılması kararlaştıran bir toplantıdan haberdar edildik. Bir kardeşimizle Ankara'ya gittik. Ulus Meydanına yakın bir lokantanın üstündeki dershanede, yüz kadar Nur talebesi toplanmıştı. Yurdun muhtelif yerlerinden gelen bu büyük ve nuranî cemaati ilk defa seyrediyordum. Muhterem Mustafa Sungur, merhum Ahmed Feyzi gibi ağabeylerimle ilk defa görüşüyordum. Nurun, haller ve kaller üzerindeki icra ettiği tesirin, yabancısı olduğum birçok nakşını hayret ve hasretle müşahede ederken pek çok mesrur olmuştum.

"O gece bir toplantı yapıldı. Karar alındı. Hazret-i Üstadımız Ankara'ya dâvet edilecekti. Bunun üzerine, bir pikabı götürecek şoför olmak üzere, üç kardeşimiz kura çekmek suretiyle seçildiler. Samsun'dan Ali Rıza Sağlamer, Adıyaman'dan Dursun Kutlu, Astsubay Fahri, şoför ise ismini hatırlamıyorum, Çorumlu bir kardeşimiz...

 

"Üstada gidecek kafileye ben de katılıyorum"

"Astsubay Fahri, 'Ben Üstadımızı çok ziyaret ettim. Hakkımı Refet kardeşime veriyorum' dedi. Ziyaret hakkını bu âciz de böylece kazanmış oldu. (Hazâ min fadlı Rabbî) Cenab-ı Hak Fahri kardeşimize rahmet eylesin.

"11 Ocak 1960 Pazar sabahı olacak, erken saatte yola çıktık. Saat on sıralarında Emirdağ'a ulaştık. Yol boyunca hep Üstadımı düşünüyordum. Ona doğru gittiğimi tahattur ettikçe içim neşe ile doluyor, sevinçle uçuyorum. Bu mukaddes ziyaretin heyecan ve sabırsızlığı içindeyim. Hazret-i Üstadımıza, altı vilâyete dâvet eden altı mektup götürüyorduk. O sıralarda çok sıkı bir kontrol ve takip vardı. Ziyarete gidenler tesbit ediliyordu. Evin karşısındaki kahvede sivil polisler oturuyordu.

 

"Hüsnü Bayram bizi karşılıyor"

"Abdestlerimizi aldıktan sonra Emirdağ meydanından eve doğru yöneldik. Daha çok mesafe vardı ki, ismini sonradan öğrendiğim Hüsnü Bayram Ağabey bizi karşıladı. 'Ne istiyorsunuz?' dedi. Üstadımızı ziyaret edeceğimizi, emanet mektupların olduğunu söyledik. Zaten Üstadımız gelişimizi anlamış olacak ki, Hüsnü Ağabeyi göndermiş.

"Ben mektupları götürürüm. Üstadımız artık kimseyi kabul etmiyor. Etraftaki heyecanı görüyorsunuz' dedi. Fakat biz, kabul etmeyerek  bizzat Üstadımızla görüşeceğimizde ısrar ettik. Bunun üzerine Üstadımıza danışmak üzere gitti. Bizler ise meydanlığın ortasında kaldık. Biraz sonra Hüsnü Ağabeyimiz geldi. Kapıyı açar açmaz, Üstadımız, 'Söyle gelsinler' demiş.

"Büyük bir heyecanla ve merakla kapının önüne geldik. Hamza Emek Ağabeyimizin  açtığı dış kapıdan avluya girdik. Bir kaç tahta basamaklı merdivenlerden salona çıkmıştık. Sergisiz tahta döşemeli koridordan geçerek, bir odanın kapısı önünde durduk. Yandaki tel dolaptaki bir küçük tas ile bir yumurta olduğunu hatırlıyorum. Bir başka odadan ağabeylerin sesi geliyordu. Hüsnü Ağabey kapıyı açtı. Arkadaşlarım,

"Biz Üstadla daha önce görüşmüştük. Sen ilk önce gir' diye beni ileri sürdüler.

 

"Hazret-i Üstadın huzurundayım"

"Açık kapının karşısına gelmiştim. Hazret-i Üstadımız,  karyolanın üzerinde yastığa yaslanmış, yorganı göğsüne kadar çekmiş olduğu halde, elinde tuttuğu ciltli bir risaleyi mütalâa ile meşgul idi. Bizi görünce iki eli ile işaret ederek, çağırdı. 'Esselâmü aleyküm Hazret-i Üstadım' dedim ve mübarek zayıf, nahif eline sarıldım, öpüp alnıma koydum.Alnım eline dayalı, herşeyi unutmuş, öylece kalmışım. Ne kadar bekledim, bilmiyorum. Şefkatli elinin itmesiyle ayrıldım. Karyolanın önünde ufak bir minder üzerine oturdum. Görüşme bitmişti.

 

"Mektuplar okunuyor"

"Mektuplar Üstadımıza verildi. Üstadımız, mektupları zarflı oldukları halde alt üst ederek bir sıraya koydu. Teker teker zarfları açıp, mektubu Hüsnü Bayram'a veriyor, o da seslice okuyordu. İlk mektup İslâm harfleriyle yazılmış. Son mektup ise Lâtin harfleriyle yazılan bu fakirin mektubu idi. Bütün Nur Talebelerinin Ankara'da toplandığını beyanla Üstadımızı Ankara'ya dâvet eden mektuptan sonra, Samsun ve Adıyaman'a dâvet eden mektuplar okundu. Erzurum, Erzincan ve Sivas'a dâveti muhtevi için bu âcizin mektubunu okunurken, hiçbir şey dinlemiyordum. Hatta Hazret-i Üstadımızın kaidesini de unutmuş, mübarek simasını ve o sakalsız zaif simadaki alâmet-i fârikaları seyrediyordum. Fakat Ali Rıza meseleyi sezmiş olacak ki, dizime dokununca aklım başıma geldi. Gözümü istemeyerek ayırırken, Üstadımızın ikazlı bakışlarıyla karşılaştım. Çünkü o yüzüne bakanlardan sıkılıyordu.

"Mektuplardan sonra yaptığı konuşma, bazen çok sessiz oluyordu. Hüsnü Ağabey çok yakın oturduğu için bize tekrar ediyordu. Bir aralık, o kadar bâriz ve düzgün bir şive  ile konuştu ki, sesi hâlâ kulağımda çınlıyor:

"Ben çok hastayım. Bana 21defa zehir verdiler. Fakat ölüm yatağında da olsam bu dâvetlere icabet edeceğim' demişlerdi. Ne hikmetse Şarklı olduğu halde, Şark şivesi ile konuşmamıştı. Onun huzurunda, onun sohbetinde geçen o dakikalar, hakiki ömür onlarmış ve o kadarmış gibi geliyor bana...

"Bir aralık, eğik başımı yüzüne bakmak için tekrar kaldırdım. Eşsiz, keskin nazarlarını üzerime tevcih etmiş, âdeta aczimi, fakrımı ve naksımı süzüyordu. 'Böyle bir bîçareden ne köy olur, ne kasaba' der sanki tartıyordu ruhumu. Korktum, başımı tekrar eğdim.

 

"Arabayı acele hazırlayın"

"Ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Başucunda asılı olan zile bastı. İçeriya zayıf, halsiz, uzun boylu, kalın bıyıklı, çatık kaşlı bir zat girdi. Son derece hürmet ve huşû içinde  yatağa yaklaştı ve hafifçe eğildi ve dikkat kesildi... Beni bütün zerratımla ürperten ve sihirleyen, rahmetli Zübeyir Ağabeyimi  o hürmet ve sadâkat ve ciddiyetin mümteziç olduğu bâriz hatlı ve eşsiz revnaktar tabloda ilk defa gördüm, temaşa ettim. Sonra ismini öğrendim.

"Üstad,

"Arabayı acele hazırlayın! Kardeşlerim Ankara'da beni bekliyorlar gideceğiz' diye buyurdu.

"Hazret-i Üstadımız, bize hitaben, 'Siz de dışarıda bekleyin, hep beraber gideriz' dediler.

"Kalktık, tekrar elini öpmek istedim.

"El bir kere öpülür' diyerek vermedi.

 

"İfademizi almak üzere götürdüler"

"Meydanlığa çıkmıştık ki, bir bekçi bize yaklaştı, müdüriyetten çağırıldığımızı söyledi, gittik, ifademizi alıp, hüvviyetlerimizi tesbitten sonra:

"Herbiriniz bir vilâyetten nasıl bir araya geldiniz?' diye sordular. Biz de Ankara'da otelde tanıştığımızı, bir araba tutarak Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için geldiğimizi; fakat görüşmeden ayrıldığımızı söyledik.

"Üstadımızı ziyaretten çıkarken, 'Birbirimizle görüşemedik' deyin demişlerdi. Biz de o tenbihi hatırlayarak öyle ifade verdik. Polis memuru, 'Demek görüşemediniz' diyerek bizi serbest bıraktı.

 

"Yola çıkıyoruz"

"Emirdağlılarla kısa bir sohbetten sonra Üstadımızın yola çıktığı haberini alır almaz biz de geldiğimiz minibüsle ayrıldık.

"Hazret-i Üstad, 'Isparta 2001' plâkalı takside, arka koltukta, yorgan göğsüne çekilmiş, dik ve vakur bir halde, nazarlarını araba istikametinde ufka dikmiş oturuyordu. Hüsnü Bayram arabayı kullanıyordu. Zübeyir Ağabeyimiz de şoför mahallinde bulunuyordu.

"Bir müddet Hz. Üstadımızın arzuları vechiyle bizim araba öne geçti; fakat içimiz rahat etmedi. Arabaya ters oturmuş, arkayı seyrediyorduk. Elhasıl, gidemedik, durduk. Onlar öne geçti. Kısa bir zaman sonra Zübeyir Ağabeyimiz, 'Üstadımızın önde gitmemizi istediklerini' söylediler. Tekrar geçtik, yine rahat edemedik, durduk. Böylece 3-4 defa aynı mübadeleli yolculuk devam etti. Yanımızdan geçerlerken doya doya Üstadımızı seyrediyorduk.

 

"Küfrün belini kırdık"

"Emirdağ - Ankara yolu, çok zaman ufukta kaybolan düz hatlara sahipti. Bizim araba  110 km. üzerinde seyrederken Üstadın arabasının ufukta tozunu dahi göremezdik.

"Durmuş bizi bekliyorlardı. Yaklaştık. Zübeyir Ağabeyimiz gelerek, 'Üstadımız diyor ki: Kardeşlerime söyle korkmasınlar, küfrün belini kırdık. Beli kırılan yılan gibidir...' dedi ve sonra yola devam ettik.

"Ben hakikaten endişeli idim. Bunun üzerine rahatladım.

 

"Emirdağ'dan çıkışımız her tarafa duyurulmuştu"

"Emirdağ'dan ayrılış, bir bakıma Ankara'da kiralanan eve yerleşmek içindi. Üstadımızın bütün eşyasını almıştık. Bir kısmı Chevrolet'in bagajına konmuş, bir kısım kitaplar da büyükçe bir paket halinde bir bavulla beraber bizim pikapta idi.

"Geçtiğimiz köy ve kasabalarda halkın çoğu, bahususus resmî memurlar, geçiş yoluna dizilmiş, Üstadın arabasını merakla karşılıyor ve seyrediyorlardı. Anladığımıza göre Emirdağ'dan çıkışımız yol güzergâhındaki yerlere, emniyet tarafından bildirmişti.

 

"Hükümet, Üstadı Emirdağ'da mecburi iskana tabi tutuyor"

"Öğle namazını, bir çeşme başında Üstadımız ayrı, bizler de Zübeyir Ağabeylerle beraber kıldık. Öğle haberlerini, arabasındaki radyodan dinleyen Üstadımız, Zübeyir Ağabeyimizi tekrar gönderdi.

"Şimdi radyodan öğrendik. Bakanlar Kurulu, Üstadımızı Emirdağ'da mecbûrî iskâna tâbi tutan bir karar almış. Fakat Üstadımız diyor ki: 'Biz Ankara'ya gideceğiz. Kardeşlerim merak etmesinler.'

"Ankara'ya yaklaşırken, radyodan durumu öğrenen ağabeyler bir taksi ile Üstadımızı karşılamış, durdurmuşlardı. Biz de durduk. Chevrolet'teki eşyaları kendi arabasına aldılar, bizimkiler bizde kaldı.

"Aktarma esnasında, her gören arabasını durdurup, o günlerin meşhur ve maruf plâkalı arabasının içini araştırıyor, Üstadı hayretle seyrederken, büyük bir şefkat ve iki eliyle yapılan tebessümlü selâmına muhatap oluyordu.

 

"Çiftlikte Üstadın arabasını durdurmuşlardı"

"Çiftlik mevkiine geldiğimizde, emniyet memurları arabaları ile yola barikat kurmuş, Üstadımızı durdurmuşlardı. Biz aradan geçmeye çalıştık, bizi de durdurdular. Bir polis memurunu yanımıza koyarak 1. Şube'ye gönderdiler. Üç arkadaş nezarete alındık. Araba ise içindeki emanetlerle birlikte serbest bırakıldı.

 

"Geceyi nezarette geçiriyoruz"

"Said Özdemir de Üstadı karşılamak için medreseden ayrılırken tutuklanmış, yanımıza getirilimşiti. Av. Bekir Berk Ağabeyi, ilk defa, o gün, Av. Necdet Doğanata ile nezarettekileri ziyarete gelişlerinde gördüm ve tanıdım.

"O geceyi, odalardan birinin masaları üzerinde namaz kılarak, Cevşen okuyarak geçirdik. Oda sahibi şahıs, o sıralarda Ankara otobüslerinde ve DDY garajına asılan ve Risale-i Nur'u reklâm eden vecizeli, kompozisyonlu levhaları indirip, 'Ben sağ oldukça bu levhalar asılmayacak' diyen şef imiş. Bir hafta evvel ölmüş. Yerine henüz tayin de yapılmamış. Kaderin böyle ne garip tecellileri var...

"Sabahleyin ifadelerimizi alarak bizi serbest bıraktılar. İfade muhteviyatında yine Üstadımızla görüşemediğimiz kaydı vardı. Çünkü şifreli tenbihat öyle idi.

 

"Üstadımız geri dönüyor"

"Daha sonraları rahmetli Zübeyir Ağabeyim anlatmıştı. Hz. Üstadımız, emniyet mensupları, kendisine Emirdağ'da mecburî iskân kararını tebliğ ettitlerinde elini şiddetle koltuğa vurarak,

"Ben bu kararı dinlemiyorum. Binlerce talebem beni Ankara'da bekliyor. Ben Ankara'ya gireceğim' demiş; sonra da kendisinden geri dönmesini son derece hürmet ve nezaket içinde rica eden memura, gayet şefkatle, 'Yalnız senin hatırın için dönüyorum' buyurmuş ve o yolculuğun büyük mâna taşıdığını da belirtmiş...

"Günlerden 12 Ocak 1960 Pazartesi günü idi. Üstadımız mecburî iskân kararı ile Emirdağ'a dönmüştü. Ankara'ya gelen Nur Talebeleri de Meclis koridor ve salonunda kendi memleketlerinin milletvekilleri ile görüşmeler yapıyor, bakanların evlerine kadar gidip, mevzuatı anlatıyorlar, Risaleler veriyorlardı.

 

"Kenan Yılmaz'la görüşüyoruz"

"Biz de Ahmed Feyzi Kul, Dr. Yzb. Keşşafoğlu, Av. Necdet Doğanata ve isimlerini hatırlayamadığım 5-6 ağabeyle Savunma Bakanı Kenan Yılmaz Beyden akraba olmamız hasebiyle randevu alarak evlerine gittik. Kenan Bey fazlaca endişelenmiş ve konuşmalar esnasında çok terlemişti. Durumun iyi olmadığından, Nurcuların takip altında olduğundan, hükümetçe bir yardımın mümkün olmayacağından; hatta bu görüşmenin dahi zarar getireceğinden bahsetmişti. Fazla durmadan ayrıldık. O zat, sonradan Yassıada'da kalp krizinden vefat etti. Allah rahmet eylesin...

 

"Onu görmeni heyecanı ve hazzını her an duyarım"

"O günden bugüne kadar, onu görmenin, ona ermenin ruhumdaki heyecanını ve eşsiz heyecanın latif hazzını her an duyarım. Her hatırlayışta onunla olurum. Onunla görüşmem hizmet şevkimin kaynağı oldu. O görüşme ve yolculuk, muhterem Nur ağabeyim Zübeyir Gündüzalp'ın şahsına has tabir ve edasıyla, çok daha başka mâna taşıyordu...

"Onun öpülmeye layık, hem bin kere elyak o nur eli, bütün letafetiyle,  bütün şerafetiyle hâlâ elimde ve alnımda. Hele Nurlar okunurken hep o anı yaşarım.

"Hazret-i Kur'ân'ın nuru ile nurlanmanın, Hazret-i Resûlullahın (a.s.m.) sünneti ile müşerref olup şefaatına ermenin saadetini, o saadetin vesilesini ve vesilenin şahını, şahikasını, ancak onda ve onun nurlu eserlerinde buldum.

"Kur'ân'dan akseden o nurlu hakikatler; kudurmuş dalgaların, inci ve elmas külçelerine çarparken yıpratmak yerine parlatması misüllü; yerli, yabancı, renkli renksiz her türde ve boyda, her türlü fitne ve hâdiseler karşısında daima parlayan, yılmayan ve yıkılmayan, yanılıp yanıltmayan, şaşırıp şaşırtmayan Kur'ânî hakikatler oluşunun tarihî ispatını çoktan tamamlamıştır.

 

"Nur içinde yat, aziz Üstadım"

"Nurlardan müstefit olup, tefeyyüzlerin, din için, millet ve vatan için ve hatta âlem-i İslâm ve insaniyet için, ne derece aranılan mürecceb bir ihtiyaç ve çare olduğunda, insaf sahiplerinin ittifakına inanıyorum.

"Takvimden kopan her yaprak; fert ve cemiyet olarak, maruz kaldığımız her müşkilat, ona kondurulmak istenen gubarı silmiş, o Kur'ânî hakikatlerin mücellâ simasını, mütemerritler nezdinde dahi kabul ettirmiştir.

"Nice büyük sanılanları, saman çöpü misali alıp götüren zaman ve hâdiseler, o mümtaz Üstadı ve onun sunduğu hakikatlerin ve hayat ölçülerinin hakkaniyetini daima tasdik ve tasvib etmiştir. Buna âlem şahit, buna tarih şahittir.

"İşte bunun için hayranım ona... Hem ona ebediyen hürmetkârım, minnetkârım, müteşekkirim. Nur içinde yat, aziz Üstadım!"

Ses Yok