İSMAİL FAKAZLI
İsmail Fakazlı 1913'te İnebolu'da dünyaya gözlerini açan bir Nur yolcusudur. Ağabeyi İbrahim Fakazlı, Nur Risalelerine "Küçük İbrahim" olarak büyük ruhlu bir şahsiyet olarak imzasını atmıştı. Nur Üstadla birlikte 1943'te Denizli ve 1948'de ise Afyon'da Yusufîye Medresesinde ders almak bahtiyarlığına erişen mutlu, mesut ve bahtiyarlar kadrosundadır.
İnebolu denilince, şip şirin bir Karadeniz kazası gelir gözlerimin önüne. Bu kaza, Müslüman Anadolunun maddî - manevî kurtuluşunda bir iskele vazifesini görmüştü.
İstiklâl Harbimizde İngiliz ve diğer düşmanların işgali altındaki İstanbul'dan kaçırılan silâhlar, İnebolu limanı vasıtasıyla Ankara'ya, oradan da İç Anadoluya gönderiliyordu. Böylece bu güzel vatan burcu, maddî kurtuluşumuzun siperi olmuştu.
Aradan yıllar geçecek, aynı İnebolu bu defa da Müslüman Türkiye'nin manevî yardımına Nurlarla koşacaktı. 1940'lı yılların başlarındaki Halk Partisi'nin karanlık günlerinde, İnebolu'nun Çelebiler Hanedanı, İstanbul'un Bankalar caddesinden aldıkları teksir makinesini kurarak, Nur Risalelerin teksir edip, Nura muhtaç Anadolu insanına tevzi etmeye başlamışlardı. Bu hanedana daha bir çok İnebolu fedakârları, kadını, kızı, çocuğu ve erkeği yardım ediyordu. Gülcüler, Dilekler, Mırmır ve Fakazlı Hanedanı da bu bahtiyarlar kafilesindeki yerlerini almışlardı.
İşte bunlardan İsmail Fakazlı da hanımıyla beraber Nura kâtip olmuştu.
"Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor"
İbrahim Fakazlı Ağabeyin küçük kardeşi İsmail Fakazlı Ağabey, unutulmayan, aziz hatıralarını şöyle anlatmaktadır:
"Ankara'daydım. O günlerde Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) de Ankara'ya gelmişti. Kendisiyle otelde buluşmuştuk. Sadık Bey bana, 'İsmail Efendi, ben yarın Emirdağ'a Hazret-i Üstadı ziyarete gideceğim' deyince, ben de kendisine, benim de gelmek istediğimi söyledim. Böylece Ankara'da kararlaştırarak Afyon vilayetinin Emirdağ kazasına doğru yola çıktık.
"Ertesi gün Sadık Beyle birlikte Eskişehir'in Yıldız Oteli'nde bir gece kalarak daha ertesi gün, gecenin geç saatlerinde Emirdağ'a ulaşmıştık. Açık olan bir kahvehaneden çok gürültüler geliyordu. Bu gürültüleri duymamak için camiye doğru gidiyorduk. Nurlu Üstadın evinin önünden geçerken yukarılardan bir inilti geliyordu. Bu esnada elinde sopa bir bekçi efendi bize, 'Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor' diyordu. Bu ses nur Üstaddan geliyormuş. Bu ses üzerine Paşazade Sadık Bey daha fazla yürüyemedi. Ayaklarında çizmeler, kilot pantolonlu, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın harp ve esaret arkadaşı Sadık Paşanın torunu, binbaşı Mehmet Ali Bey'in oğlu Sadık Bey, asrın sultanının saadetli menzilinin önünden bir yere kıpırdayamıyordu. Ben Emirdağ'ı ilk defa görüyordum. Nerede bulunduğumuzu sopalı bekçinin konuşmasından sonra anlamıştım.
"Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu"
"Kastamonu'dan bildiğim Sadik Bey namlı bir paşazadeydi. Altındaki atla, Bolu dağlarından tâ Sinop civarında kadar, at sırtında uçarcasına giderdi. Altındaki kır atı, bir ara, iki bin liraya satmıştı. Kendisi bir kahvehaneye girse, insanlar hep birlikte Sadık Beye hürmeten ayağa kalkarlardı.*
"Sabahın erken saatlerinde nur Üstadın huzurlarıyla müşerref olmak için mütevazi hanenin kapısını tıkırdattık. Az sonra, heybetli, gür bıyıklı, Şeyh Şamillerin edası içinde bir genç arkadaş kapıyı açmıştı. Bizleri buyur etti. Tığ gibi ince bir endam içinde, adetâ bir vakar ve ciddiyet âbidesiydi. Bu mutena insan Ermenekli Zübeyir Gündüzalp'ti.
"İçeride Nurlu Üstad, Sadık Bey'i ayakta bekliyordu. Sadık Bey ani ve çevik bir hareketle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ayaklarına kapanmıştı. O esnada Hazret-i Üstadın da yaptığı çevik hareketini, cevvaliyetini tarif etmem mümkün değil. Seksen yaşın eşiğinde bir insanın o çevik hareketi yapabilmesi mümkün değildir. Nur Üstadın ayaklarına kapanan Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu. Ilgaz dağlarının namlı yiğidi Sadık Bey, Ulu Sultanın huzurlarında âdeta masum bir çocuk olmuştu.
"Çok ulvî bir hüzün havası mütevazi odacığı ve iklimi kaplamıştı. Gözyaşlarımızı tutmamız mümkün olmuyordu. Nurlu Üstad Doksan Üç Harbinini Plevne gazisinin torununun omuzlarından tutmuş; 'Kalk kardaşım Sadık Bey, kalk' diye kaldırmaya çalışıyordu. Bu çizmeli paşazadeyi ayaklarından bir türlü kaldıramıyordu. Bu pehlivan yapılı zatı kaldırabilmek ne mümkün!
"Evladım, Sadık Bey, kalk ayağa bana hakkını helâl et. Sen bana Denizli hapsinde dokuz ay çorba pişirdin, bana hakkını helâl et' diyordu. Sonra ayağa kalkan Sadık Beyle bir kucaklaştılar, bir kucaklaştılar ki, aman yâ Rabbim, ne muhabbet, ne samimiyet!
"Sonra Üstad beni de kucakladı, ben de ellerine kapandım. Ellerinden gönlümden kopan hürmet fırtınaları içinde öptüm, öptüm. Heyecandan bütün vücudum ter içindeydi.
"Daha önceleri, benim uzaklardan misafirlerim gelecek diye Ziya Arun'a temizlettiği şiltenin üzerine bizleri oturttu. Bana hitaben, Sadık Beyi işaret ederek buyurdu ki: 'Bu kardaşım hapishanede dokuz ay benim çorbamı pişirdi. Bana çok hakkı geçti!'
"Gözümde ve gönlümde zirveleşen Sadık Bey, nur Üstad Bediüzzaman gibi bir Ulu Sultana dokuz ay hizmet edebilmenin saadeti içinde, âleminde daha da zirveleşmişti. Sadık Bey, o büyük İslâm tarihindeki İbrahim Ethemleri hatırlatıyordu insana sanki.
Üstad Bediüzzaman'ın, Meyve Risalesini yazması üzerine Lütfiye Fakazlı için kendi el yazısı ile yazdığı dua: "İlahi! Allahım! İsmi Azâmın hürmetine bu nüshayı yazan Lütfiye'yi Cennetü'l Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin... Âmin... Âmin..."
Mücedditlik cübbesi
"Üstad Bediüzzaman Hazretleri bizlere Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesini giydirmek istiyordu. Cübbeyi tutan Nurlu Üstad, Sadık Beye giymesini söylemişti. Ama Sadık Bey, Üstad Hazretlerine karşı sonsuz hürmet duyguları içindeydi. Cübbeyi Üstadın tutmasını istemiyordu. Üstad, 'Kardaşım Sadık Bey giy!' diyordu. Ama Sadık Bey Üstada olan hürmet duygularının ateşi içinde âdeta yanıyordu. Sonra Zübeyir Gündüzalp Ağabey, 'Cübbeyi ben tutayım' diyerek Nurlu Üstadın elinden alıp cübbeyi kendileri tuttular. Cübbeyi önce Sadık Bey, sonra da ben giydim.
"Üstad bize tatlı ikram etti. Orada bulunan Zübeyir ile Ceylan abileri kastederek, 'Ben bu tatlıları, bu oburlara versem, hemen bitiriyorlar' diye latife yaptı. Oradaki hizmetkârlarına latifeler yaparak takıldı. 'Bu oburlar hepsini bitiriyorlar' dedi.
"Bu ziyaretten sonra Çalışkanlar Hanedanı bizleri evlerinde ağırladılar. O günlerde Ceylan Çalışkan abisinin birisinin boğazını gülleleme hadisesinden dolayı, kendisini alıp Eskişehir'e getirdik.
"Daha sonraki zamanlarda ben Üstadı Isparta'da ziyaret etmiştim.
"Küfr-ü mutlakın belini kırmışız"
"Hazret-i Üstad bana , 'Nazif Çelebi'ye benim selâmlarımı söyle!' buyurmuştu. O günlerde yeni bir seçim vardı. Üstad seçimleri kastederek, 'Kardaşım, biz küfr-ü mutlakın belini kırmışız!' diye yaptıkları Nur hizmetinin ehemmiyetini anlatıyordu.
"Kardaşım, biz küfr-ü mutlaka değil, Müslüman Demokratlara yardım edeceğiz. Demokratları destekleyeceğiz. Küfr-ü mutlak hesabına çalışan bu teşkilata (CHP) sandalyeyi, koltuğu teslim etmemek için, Müslüman Demokratlara hem reylerimizi vereceğiz, hem de yardım edeceğiz.' Hazret-i Üstad bu mevzudaki görüşlerini İnebolu'ya, Nazif Çelebi Ağabeye bildirmemi söyledi ve cümlelerini şöyle bağladı:
"Kardaşım, o küfr-ü mutlakı belinden kırmışız, bir daha dirilemezler!'