Son Şahitler | Isparta Şâhitleri(II) | 9
(1-47)

AHMET GÜMÜŞ

 

"Allah" yazılı kâğıt parçasına hürmet

Hatıralarını kendi kaleminden okuyalım:

"Küçük yaşta iken din lehinde ve aleyhinde birçok konuşmalara şahit oldum. Kur'ân'ın her asra bakan vechesini bu zamanın ilmî ve aklî anlayışına göre aksettiren bir Kur'ân tefsiri yok mu? diye kafamda bir sual vardı.

"Annemin ve aile yakınlarımın din büyükleri hakkındaki ulvî menkıbelerini dinledim, şöyle ki:

"Birgün sabah namazı vakti, annem beni sabah namazına kalkmam hususunda zorladı. Ben ise tembelliğimden gelen müdafaa ile, 'Bana ne öğrettiniz de namaz kılayım, Kur'ân okumasını bilmiyorum, namaz surelerini de tam öğrenemedim ki, doğru namaz kılayım' dedim.

"Annem namazı bitirdi. Duasını yaptı. Bana dedi: 'Benim günahım başımdan aşkın, yarın mahşerde: 'Annem bana dinimi öğretmedi diyeceksin.' Ben senin dinî bilgilerini öğretmedikten sonra hiçbir okula okumaya göndermem (ben o zaman ilkokulu yeni bitirmiştim), ben yarın öldüğümde mezarımın başında bir fatiha da okumasını bilmeyeceksin, eline bir keman alıp mezarımı çingene mezarı yapacaksın...'

"Annem beni, medrese tahsili yapmış, ehl-i hal bir kimse olan eniştesi Molla Mehmed Efendinin yanında okumam için teyzeme teslim etti. Mehmed Efendinin dinî sohbetlerinde bulundum. Etraf köylerdeki kimseler dinî müşküllerinin hallini Hoca Efendiden sorarlar, bu sorulara cevap da, benim yanımda verilirdi. Böylece hoca efendiden biraz dinî malûmatımız oldu.

"Birgün bana Kur'ân okuturken, Kur'ân'ı abdestli tutmamı ve hürmetli olmamı söyledi ve şu menkıbeyi anlattı:

"Bir zaman bir zat yolda giderken 'İsmullah' yazılı kâğıt parçasını yerde bulmuş, hürmetle bir duvar kovuğuna kaldırmış. Bir gece rüyasında Allah'ın  isminin altında kendi ismini görmüş. Ona, 'Sen Allah'ın ismine hürmet ettiğin için, senin ismine de hürmet olarak oraya yazıldı' demişler.

"1952-1953 yılı, Ermenek Ortaokuluna devama başladım. Boş derslerimizin birinde arkadaşlarla dışarda çalışırken, eski bir Kur'ân sayfası gördüm, onu aldım, kitabımın içine koydum. Zil çalınca sınıfa girdik, dersimiz yine boştu. Muavin sınıfa geldi. Benim çok iyidir diye tanıdığım bir zatı çok övdü. Ben de mest olmuştum. Benim sıraya yaklaştı. Kitabımın arasında o eski Kur'an sayfasını görünce, 'Bu Arap yazısı sende ne arıyor, sen Türksün' dedi. Ben de, 'Bu Kur'ân  sayfasıdır. Kur'ân okumasını biliyorum. Ona sonsuz hürmetim vardır' diye cevap verdim. Bir taraftan da kendi kendime, demek ki bu şahısları sevenler dine düşman oluyorlar, diye bende bir düşünce başladı.

 

"Risale-i Nur'dan haberdar oluyorum"

"Dayımın hanımı beni, İbrahim Koynuk ve İbrahim Canan'la görüşmek için, PTT memuru Ali Kaynak'ın evine davet etti. İbrahim Koynuk bana Risale-i Nur'dan Bediüzzaman Hazretlerinden bahsetti, ben de hürmeten dinledim, arkadaşlığımız devam etti. Birgün beraber ders çalışırken, İnebolu baskısı teksirle basılmış, Bediüzzaman Said Nursî'nin Tarihçe-i Hayat'ı elime geçti, kitabı açtım. İlk açışımda Üstad Hazretlerinin Ankara TBMM'de Mustafa Kemal'le namazla ilgili konuşması; ikinci açışımda, 'Risale-i Nur Talebeleri cer etmezler, izzetle hayatlarını kazanırlar' bahsi, üçüncü açışımda ise; Üstadın bir müdafaası çıktı.

"Bu durum karşısında Risale-i nur okumak ve müellifini görmek için bende şiddetli bir arzu uyandı. Hayalimde aradığım zat budur, arzu ettiğim Kur'ân tefsiri budur, diye tahmin ettim ve araştırmaya karar verdim. Zübeyir (Gündüzalp) Ağabeyin de Afyon müdafaasını okudum, babası ve annesi ile tanıştım.

 

"İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum"

"1953 Ağustos'unda Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için Konya'ya geldim. Halıcı Hacı Sabri Bey de ticaret için Konya'dan ayrılmıştı. Babam geldi, beraber köye döndüm, ailem İmam Hatip Okuluna devam etmem için karar verdiler. Kış olması sebebiyle 14 gün okul kaydına yetişemedim, o sene boşta kaldım. 1954 yılında Üstad Said Nursî Hazretlerinin  Barla'da olduğunu öğrendim. Kurban Bayramına bir gün kala Üstadın Barla'daki evine vardım. Zübeyir Ağabey çıktı. Isparta'dan Bayram Ağabeyin bana emanet ettiği emanetleri verdim, kendimi tanıttım, abdestli olduğumu, fakat henüz namaz kılmadığımı söyledim, 'Kardeşim, Üstadımız mescitte tesbihatını yapıyor, sen yanına yaklaşma' dedi. Ben müezzin mahfelinde namazımı kılarken Üstad mescitten ayrıldı. Namazı bitirdim. Zübeyir Ağabey ile Ceylân Ağabeyin odasına girdim, çağırdı, 'Hoş geldiniz' ded. Babamı, annemi ve Zübeyir Ağabeyin babasını, annesini sordu. Yatsı namazını Üstadla beraber mescitte kıldık. Sabah namazını da öyle. Bayram namazı için Büyük Camiye Ceylân Ağabeyle gittim. Sonra Üstadımızın yanına geldim. Üstad Hazretleri benim İmam-Hatip Okuluna devam edeceğime çok memnun oldu. 'Ben o okulları, eski zamanın mübarek medreseleri olarak kabul ediyorum' dedi.

 

"Mevlânâ bu zamanda gelseydi Risale-i Nur yazardı"

"Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de  Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevi'yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır' dedi.

 

"Ben bile Risale-i Nur'a muhtacım"

"Komünist ve masonların İslâm aleyhindeki bütün plânlarını Risale-i  Nur'un yerle bir ettiğini anlattı. Onlarla mücadele, ancak Risale-i Nur'ları okumakla olacağının anlattı ve 'Bir risale en aşağı insandaki bin tecessüsün-sorunun-karşılığı olarak yazılmıştır. Bir âmîden tâ bir feylesofa kadar herkese hitap eder. Temsillerdeki hakikatları anladığınız size kâfidir. Bir bahçeye giren o bahçedeki elma ağacından boyunun yetiştiği dallarından eli yetiştiği elmaları yemesi kâfidir. Yüksekteki elmalar ise boyu uzun olanlarındır. Anlayamadık diye üzülmeyin. Ben bile Risale-i Nur'a muhtacım. Tekrar tekrar okudukça dersimi alıyorum' dedi. Sonra devamla, 'Dün bir mebusla bir müftü gelmişti. Onları ziyaretime alamadım. Sizlerin masum ruhunuzla Risale-i   Nur için buraya kadar gelmenizi kıramadım. Bana bazı dostlarım, 'Biz çocuklarımızı İmam-Hatip Okuluna verelim mi?' diye sordular. Ben onlara, 'Dünya işlerini bilmiyorum' dedim.

"Şimdi senin İmam-Hatip Okuluna devam etmeni istiyorum, müsaade ediyorum.'

"O sırada Halıcı Sabri Beyin oğlu Ömer Halıcı tayyareden düşmüştü. Sabri Halıcı'ya benim vasıtamla taziyelerini bildirdi.' Ömer şehit oldu' diye müjdesini verdi.

 

"Karşılığını vermeden birşey almıyordu"

"Üstadı Barlalı ailelerden ziyarete gelenler oldu.Yanlarına armut almışlar, Üstada ikram ettiler, onları kırmamak için bize sordu: 'Bu armutlar kaç kuruş eder?' Biz de beş kuruş yaptığını söyledik. Üstad Hazretleri, on kuruş verdi.

 

"İşârâtü'l-İ'caz'ın tercümesi meselesi

"Birgün Hacı Mehmet Parlayan'ın yorgancı dükkânındaydık. Söz İşârâtü'l-İ'caz'a geldi. İşârâtü'l-İ'caz'ın at üstünde, avcı hattında şehit ruhuyla yazıldığını ifade ile, İşârâtü'l-İ'caz'ın Konya hocalarıyla olan hatırasını anlattı. Kur'ân'ın i'caz cihetini anlattığı için tercümesine Üstadın kardeşi Abdülmecit Efendiden başka kimsenin gücünün yetişemiyeceğini söyledi. Abdülmecit Efendiye, 'Tercüme etsek olur mu?' dedim, 'Olur' dedi. Ben Zübeyir Ağabeye bu arzumu yazdım. 'Mesnevi-i Nuriye ve İşârâtü'l-İ'caz'ı Abdülmecit Efendinin tercüme etmesine, Üstadımız müsaade eder mi?' diye, 1955 yılı içinde yazdı. 'İmam Hatip Okulu talebelerinin demek ihtiyacı var' diye Üstad Hazretleri kabul etmiş. Zübeyir Ağabey benim vasıtamla Abdülmecit Efendiye bir mektup yazmıştı. Abdülmecit Efendi mektubu okudu, döndü, ikinci defa bana okudu. 'Nur'u aynım, bana hayat kazandırdın. Boştum, işsizdim. Hazret bana hizmet verdi. Buna sen sebep olmuşsun' diye gözlerimden öptü.

"Abdülmecit Efendi tercüme eder, benim ismimle Rüştü Çakın Ağabeye gönderirdi. O sırada Abdülmecid Efendi ve Üstad arasındaki muhaberat şöyleydi: Mektuplar Hacı Mehmet Parlayan'ın dükkânına gelirdi. Ben Abdülmecit Efendiye götürürdüm.

 

"Üstad, bana hocalara nasıl davranacağımı anlattı"

"1955 senesinde Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Bana hocalara karşı, arkadaşlarıma karşı nasıl davranacağımı anlattı. 'Öğretmenlerinizden biri din aleyhinde konuşmada bulunursa, öğretmenlerle münakaşa etme, Risale-i Nur'dan o mevzuyu bul, talebe arkadaşlarına oku, anlat. Çünkü öğretmeni mağlûp etsen, o anda nefsi ve enaniyeti itibarıyla mağlûbiyeti kabul etmezler' diye ders verdi.

"1955 senesinde Zübeyir Ağabeyden bir mektup aldım. Üstadımızın Çam Dağına çıktığını, bu dağın risalelerin yazılmasına konu olan ehemmiyetini anlatıyor; seneler sonra Üstadımızın Çam Dağına çıkması için Cenab-ı Allah'ın bir lûtf-u Rabbanî olarak bu fırsatı verdiğinden bahsediyordu.

"O sıralarda Konya'da, 'Üstad Hazretleri, Ahmed Hamdi Akseki ve Elmalılı  gibi hareket etseydi daha iyi dine hizmet ederve bu kadar da takip ve sıkıntılara maruz kalmazdı' diye, bazı öğretmenler konuşuyorlardı. Üstadımızın tavizsiz durumunun, başına bu işkencelerin gelmesine sebep  olduğunu söylerlerdi.

 

"Risale-i Nur radyo ile yayılacak"

"Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyaret ettiğimde, Üstadımın meşhur çam ağacının üstündeki yerinde, ibadet ve zikir ile namaz kılmalarını aşağıdan seyrettim. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun, ve Ceylân Ağabeyler de vardı. Üstadımız öğle namazını kıldıktan sonra bizi huzuruna aldı. Çam dağının ehemmiyetini  anlattı.

"Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risale-i Nur da Hz. Ali'nin Celcelutiye'sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risale-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur'ân'ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda mabuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.'

"Ağabeyler ellerinde teksirle basılmış İslâm yazılı risaleleri okudular ve ben de dinledim. Üstadın talebeleri ile olan dersini o zaman gördüm. Üstadımız beni üç gün misafir olarak kabul ettiğini, fakat şimdi takip olduğundan gitmeme müsaade ettiğini söyledi. Üç gün için bir lira verdi, o zaman ekmek otuz kuruştu.

 

"İki kişiye Risale-i Nur'u tanıtsan kâfi"

"Ben Konya'dan ayrılıp İstanbul'a gitme arzu ve niyetinde olduğumu Zübeyir ağabeye anlattım. Zübeyir Ağabey Üstadın yanına varınca, Üstad, 'Ahmet'le ne konuştunuz?' diye sormuş. O da Konyadan ayrılmak istediğimi söylemiş. Üstad, 'Bu işte bir parmak var' diye razı olmamış. Üstadımız bir yerde hizmet için sadakatla ve sabırla, fedakâr olarak sebat etmemizi isterdi. 'Muallimler mağlûbiyeti kabul etmezler, talebeler ise ehl-i haktır. Sizin okulda Nur'ları okuyan kaç kişi var?' dedi. Ben de yetmiş kişi olduğumuzu söyledim. Üstad Hazretleri hayretle karşıladı. 'Ben o mektepte bir kişi olduğunu biliyordum, sen yetmiş kişiden bahsettin, acaib' dedi.

"Üstad Hazretleri bana dedi: 'Kardeşim kemiyet her zaman insanı aldatır. İş keyfiyettedir. Sen bütün talebelik hayatında Risale-i Nur'u fıtraten arayan iki kişinin Risale-i Nur'u tanımalarına vesile olsan, onlar da o vesile ile  imanlarını kurtarsalar, sen vazifeni yapmışsındır. İhlâs  kemiyette değil, keyfiyettedir, hizmet de budur.'

"O sırada arkadaşlardan asker olan Recep Putgül , Ceylân Ağabeye mektup yazmış, mektup savcılığın eline geçmiş, mektupta bizlerden bahsetmiş, isimlerimiz tespit edilmiş, bizleri Konya'da emniyet aradı, mahkemeye verdi, mahkeme beraet verdi. O yetmiş arkadaştan, korkudan kimse de kalmadı, hattâ korkularından aleyhimize geçtiler, bir çok kimseleri ifsad ettiler.

 

"Ata ot, aslana et ver"

"Bu olaylardan sonra Üstadı Isparta'da ziyaretimde, 'Sen her gördüğüne Risale verme, ata et, aslana ot verme. Ata ot, aslana et ver. Senden birkaç defa Risale-i Nur istesinler o zaman ver. Biz kitapçılar gibi kitap satmayız. İhtiyaç duyan, müştak olan kimselere veririz' diye Üstad ve Zübeyir Ağabey bu hususta çok dikkatli olmamız için ısrar ederler ve misaller verirlerdi.

 

"Üstadımız veciz konuşur"

"Babamdan para biraz fazla gelip de, fırsat buldukça, doğruca Isparta'ya giderdim. Üstad Hazretleri benim durumuma göre konuşurdu.

"Üstadın bütün bizlere anlattıkları Risalelerde ve Lahikalarda vardı. Üstadın bize anlatıklarını biz Risale-i Nur'larda ve Lahikalarda görünce bazı hatıraları unuttuk. Zübeyir Ağabey de, 'Kardeşim, Üstadımız veciz konuşur. Üstadımızdan bir şey naklederken çok dikkatli olmalıyız, kendi kısır anlayışımızla anlattıklarımıza, karşı taraf itiraz eder, biz de, Üstaddan der, anlatırız, şahsî kabiliyetsizliğimiz ve anlayışımızdan dolayı hücumları Risale-i Nur'a ve Üstadımıza getirmiş oluruz' derdi.

 

"İnsan, yüz kapılı bir saraya benzer"

"1956 yılı sonbaharı Isparta'daki  ziyaretimde, Afyon mahkemesi beraet vermişti. Üstad Hazretleri çok sevindi. Mahkemenin bu beraet kararına göre Maarif Vekâleti ve Diyanet İşleri Riyaseti Üstada müracaat etmişlerdi. Üstad  yakın bir zamanda risalelerin bütün okullara gireceğini söyledi. Her gidişimizde bize İhlas Risaleleri'ni âdeta özetletirdi. Her işin Allah rızası için olmasını ve o gaye ile hareket edilmesini anlatırdı. Yine sözden ziyade  hal ve hareketin tesirli olacağını anlatırdı. Dr. Mustafa Ramazanoğlu ve arkadaşlarının okulda okurken nefislerinde İslâmiyeti yaşamaları neticesi, onları gören ve onlar gibi olmak isteyen arkadaşlarına, 'Biz Risale-i Nur'ları okuduk, İslâmiyet dairesine böyle girdik' dediklerini, bu sayede risaleleri okuyan çok Nur Talebesinin olduğunu ve böylece Risale-i Nur'a hizmet ettiklerini anlattı ve şunu söyledi.

"Kardeşim, İslâmiyet için fethedilmeyecek insan yoktur. Mühim olan İslâma hizmette bulunanların çok dikkatli olması. İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Mutlaka bir kapıdan girilerek o insan fethedilir. Bin senedir Avrupa zındıklarının ve Asya münafıklarının tesiriyle bu asil Türk milletinin çocuklarının akılları yanıltılarak insandaki o 99 kapı İslâmiyete kapatılmış, fakat fıtrat icabı bir kapısı daima açıktır. İslâmî ferasetle o açık kapıyı keşfedip, oradan girilirse, diğer kapalı kapılar da içeriden İslâmiyet hesabına açılır, o insan, İslâmiyet için fethedilir. İhlasla, acelecilik yapmadan, fıtratına uygun Risale-i Nur mizanlarıyla anlatmak ve hareket etmek lazımdır. Acelecilik, lüzumsuz yere münakaşa ve ithamlarda hareket edilirse, o zaman kapalı kapılara hücum edilip, o açık olan bir kapının da kapanmasına sebep olunur. Risale-i Nur muhakeme-i akliyeye ehemmiyet verir. Ve sonra onu İslâmiyet dairsine alır.'

"Bu gibi konuşmaları ile Üstad Hazretleri, bizi Kur'ân ve iman hizmetinde şevkimizi artırarak hizmete koşturur ve bizleri muhafaza ederdi.

"Üstad Hazretelerinin yanına gidince, önce Abdülmecit Efendiyi, ailesini, çocuklarını sorar, onlarla çok alâkadar olurdu. Bir ziyaretimde, Abdülmecit Efendinin oğlu Suat Beyin bir hâdisesini anlattı. Suat Bey, bir terzi dükkânında İslâmeyete zıt birşeyi nefretle karşılayarak, birşeyler yapmış; o hâdiseyi, sanki Üstad Hazretleri oradaymış gibi şevkle bana anlattı. Üstad çok neşeli gördüğüm bir zaman da bu idi. Elleriyle o olayı bir tarif etti ki, o tarif hâlâ gözümün önünde canlanmaktadır.

 

"Ben kendimi sevmiyorum"

"O yıllarda Tarihçe-i Hayat yeni basılıyordu. Abdünnur isimli bir arkadaşım kitap için bir kapak kompozisyonu yapmıştı. Benden Üstada götürmemi istedi. Üstadın ziyaretine gittiğimde, 'Ellerinizdeki nedir?' diye sordu. Ben, 'Abdünnur kardeşimizin Tarihçe-i Hayat için yapmış olduğu kapak...' der demez, Üstad çok hiddetlendi ve kapaktaki resmi göstererek (Isparta Tugay Camii temel atma merasimi resmi) 'Bu resim nedir? Sizler benim şahsıma ehemmiyet veriyorsunuz, benim şahsıma yapılan hürmet, bana hakarettir. Sizler Risale-i Nur'la değil de, benim şahsımla mı alakadar oluyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Ben hiçim. Benden birşey beklemeyiniz' dedi ve kapaktaki resmi elinde ovalayıp çöplüğe fırlattı.

 

"Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek"

"İmam-Hatip Okulunda talebe idim. Müdürle olan münakaşamızın neticesi, o beni Disiplin Kuruluna, ben de onu mahkemeye vermiştim. Mahkeme benim lehime tecelli etmeye başladı. Said Gecegezen de müdürle benim münakaşamı Üstada anlatmış. Üstad da, 'Madem o Mevlânâ'nın torunudur ve  namazını da kılıyor, Ahmed mahkemeden vazgeçsin' demiş. Ben mahkemeden vazgeçtim; onlar ise bana mecburî tasdikname verdiler.

"Bu hâdiseden sonra Üstadın yanına gittim. Benim gönlümü aldı. Üzülmememi  söyledi. İmtihan esnasında bir soruya verdiğim cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinde başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı dördüncü soru eklendi. Üstadımız Kürt, benim ise Türk olduğumu ifade ile, 'Kürt Teâli Cemiyetini kim kurdu?' dediler. Ben de 'Böyle bir mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabı da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz...' dedim. Netice olarak 3 vermişler. Benimle imtihan olan arkadaş, 'Sana diğer mümeyyizler 8 verdiler, tarih hocası 3 verdi' dedi.

 

"Menderes Risale-i Nur'u okullara ders kitabı olarak koyma niyetinde"

"Durumu böylece Üstada anlattım. Üstad mert bir tavırla, 'Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslümanın uhuvvet-i İslâmiyesini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün Cemahir-i İslâmiye  teessüs edecek, bu müfterilerin sizleri görünce yüzleri kızaracak. Menderes şimdi, komünist, anarşisti ve tahribatçı dinsizlik hareketini durduracak kuvvetin Risale-i Nur olduğunu anladı, etrafını iknaya çalışıyor. Nurları okullara ders kitabı olarak koyma niyetindedir. Başvekil bunu arzu ederse, onlar ne yapacaklar?' dedi.

 

Tarihçe-i Hayat önsözü

"Ziyaret esnasında İlâhiyat Fakültesi talebelerinden Kâmil, Ali Ulvi Kurucu'nun yazdığı Tarihçe-i Hayat'ın önsözünü getirdi. Üstad onu okutturdu. Başına, 'Medine-i Münevvere'de bulunan mühim bir âlimin önsözüdür' diye yazılmasını emretti. Bana dedi ki: 'Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi, benden çok Risale-i Nur'u övmüş, eğer beni fazla övseydi, bu önsözü kabul etmeyecektim. Madem Risale-i Nur'u övmüş, onun hatırı için kabul ettim.'

 

Maarif Şurası ve Haşir Risalesinin yazılış sebebi

"Birgün Onuncu Söz'ün yazılışını bana şöyle anlattı:

"Ankara'da Maarif Şûrası toplanmış, dinden tecerrüd eden programlarındaki dinsiz görüşleri, talebeler nasıl kabul ettireceklerine dair yaptıkları istişarî toplantıda, felsefe dersleriyle öldükten sonra dirilme olmayacağının talebelere anlatılmasına karar vermişler. Bu kararın alındığı günlerde Üstadımız Haşir âyetini Barla Denizi (Eğridir Gölü) kenarında kırk defa okur ve Barla'ya döndüğünde Haşir Risalesini kaleme alır. Bilâhare İstanbul'da tab edilerek, Meclis'de mebus olan bir zata gönderilir ve Meclis kapısında mezkûr program hazırlayıcılarından biri ile karşılaşırlar. Kitabı gören şahıs, 'Said Nursî istihbaratıyla bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor' diyor. Bu haberi Üstada Kâzım Karabekir Paşa bildiriyor.

"Üstad şöyle diyor: 'Kardeşim! Maariif Şûrasının böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi'nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.'

 

Sabah dersi, ders baklavası ve kur'a

"Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin 'ders baklavası' tabir ettiği bu ikramlar umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur'a çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur'aya dahil olurdu. Kendisine kur'a isabet eden talebe önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risale-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek istiyordu.

 

"Takdir hissimize tekdiri"

"Kendisine içimizden gelen bir takdir hissiyle baksak, hemen tekdir eder, 'Niçin yüzüme bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de sevmiyorum' derdi.

"Birgün, 'Bu kitapların müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır' diye içimden geçti. Bunun üzerine, 'Bana makam veriyorsun' diye beni azarladı, tekdir etti ve bu tavrı her zaman devam ederdi.

 

"Yüzüme bakarak içimdeki soruya cevap verişi"

"Birgün Tarihçe-i Hayat'tan, Eskişehir Ak Cami'de namaz kılması mes'elesini okumuştuk. Ben içimden, 'Ya buna ne diyeceksin?' gibilerinden yüzüne baktığımda, 'Kardeşim! İlm-i Kelâma göre evliyanın kerameti haktır. Bu hâdise doğrudur, fakat ben değilim. Bu öyle yüksek bir makam değildir. O zaman Kur'ân'a, Risale-i Nur'a hizmet etmek isteyen birisidir. Her Risale-i Nur talebesi hizmet esnasında bunun gibi iltifâtât-ı Rabbaniyeye mazhar olur' buyurdu.

 

"Ben öyle talebe isterim ki..."

"Birgün Zübeyir Ağabey rahatsızlanmıştı ve derse iştirak edemiyecek durumda idi. Bizden kendisini idare etmemizi istedi. Sungur Ağabey ile beraber ders için Üstadın yanına girdik. Zübeyir Ağabeyi sordu. Çarşıya filân gitti diye geçiştirmeye çalıştıksa da  muvaffak olamadık. Ciddî bir tavır takındı. 'Zübeyir olmayınca ders yapmıyorum. Zübeyir'i bulup getiriniz' dedi. Sonra Zübeyir Ağabeyi bulup getirdiğimizde öyle bir hiddetlendi ki...

"Ben Zübeyir'i öyle zannedirim ki; değil parmak, kellesi gitse başsız gövdesiyle 'Risale-i Nur... Risale-i Nur... ' diye koşacak bilirdim. Bir parmak rahatsızlığı ile benim ümidimi kırdı. Ben öyle fedakâr talebe istiyorum ki, değil parmak, kol gitmiş aldırış etmeyecek. Böyle şeyler için kudsî davada tembellik gösterilmez. Said hak için hiçbir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale-i  Nur'lara herşeyini feda edecek, fedakâr talebe lâzımdır... ' Ben o esnada kalbimden geçirdim ki, 'Hey Üstadım! Siz Zübeyir Ağabeye bu derece itab ediyorsunuz. Demek Risale-i Nur, talebesini bulmamıştır, ne gariptir.' Bunun üzerine Üstad, 'Risale-i Nur ve ben talebemizi bulmuşuz' dedi.

"Esasen Zübeyir Ağabeyin şahsında bütün talebelerine ders vermek istiyordu.

 

"Üstad basını takip ederdi"

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risale-i Nur'la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.'

 

"Menderes samimi bir Müslümandır"

"Birgün Adnan Menderes'i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. 'Bu şahsın, Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?' İçimden böyle geçirmiştim ki, Üstad bana dönerek, 'İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da bilmiyor.'

"Hakikaten ben o zamanlar Konya'da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da Milliyetçiler Derneği'ni kapattı diye Menderes'e kızarlardı. Üstad herhalde onları kastetmiş olacaktı.

 

"30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?"

"Üstadımız Hazretleri bir gün beni çağırdı. Zübeyir Ağabey için, 'Bu senin hemşehrin çok ahmak, benim için herşeyini terketti, görüyorsun çok dövüyorum, kovuyorum, bir türlü gitmiyor, hem de maaş ve ticarî geliri 700 lira idi. Onları da bıraktı, şimdi ben hemşehrine 30 kuruş veriyorum, hiç sesini çıkarmıyor. Senin bu hemşehrin ahmak değil mi?'

"Üstadım, değil.'

"Neden? Bak babasını anasını terk etti, memuriyetini terk etti, üstelik bir de benden dayak yer. 30 kuruş gibi pek cüz'î bir para veriyorum... 30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?'

"Üstadım sizin o 30 kuruş çoktur.'

"Sen mekteplisin, hiç hesap okumadınız mı? 30 kuruş 700 liradan nasıl çok olur?'

"Üstadım Zübeyir Ağabey en iyisini yapmıştır, sizin verdiğiniz o 30 kuruş 700 liradan çok daha iyidir.'

"Nasıl iyi olur, anlaşıldı sen hemşehrini tutuyorsun, sen de ahmaksın. Hemşehrini benim yanımda müdafaa ediyorsun, anlaşıldı. Ondan sana ahmaklık bulaşmış ve seni kandırmış' diye lâtife etmişti.

 

İnönü: "Beni Said  Nursî yıktı"

"O sıralarda Sikke-i Tasdik-i Gaybî Risalesi yeni basılıyordu. Tashih için kolonlar  gelir, Üstadımız aslı ile karşılaştırırdı. Birgün Mustafa Sungur Ağabey okurken, Üstadımız:

"Bu âyet-i kerime, işârî mânasıyla yedi sene sonra Kur'ân'ın küfrü mağlûp etmesini ve İslâmiyetin şaşaalı günlerinin haberini veriyor. ben o günleri görmeyeceğim. Sizin aldığınız süruru, Cenab-ı Allah da bana kabrimde aynen sizin gibi ihsan edecektir. Ben de aynen sizin gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri, Mustafa Sungur kabrimin baş ucunda bana anlatır, ben de mânen mesrûrane dinlerim.'

"Ben ise içimden, 'Böyle birşeyin olabilmesi için meclisin üçte ikisi Nurcu ve İslâmiyete kanaatkâr olması lâzımdır. Hallbuki şimdi bir Nurcu mebus dahi yok, bu sözler gerçekleşir mi?' gibi sözler ediyordum.

"Üstadımız Hazretleri bana, 'Niçin yüzüme bakıyorsun, senin Kur'ân'a itikadın var mı? Ben kendimden söylemiyorum. Kur'ân haber veriyor. Bu tarihler kat'îdir, altı ay ya ileri ya geri olabilir, zaman bunu en iyi tefsir edecektir' dedi.

"Hakikaten yedi sene sonra, o tarihten iki ay geçince 1966 Senato seçimleri esnasında ki Adalet Partisi'nin çoğunluğu alması karşısında Cumhuriyet Halk Partisi mağlûp oldu. Bu mağlûbiyet üzerine İsmet İnönü, 'Beni Said Nursî mağlûp etti' diye radyolardan ilân etti."

Ses Yok