Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu onun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Gâyet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakîkatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehâdetle-rinden çok kuvvetli bir şehâdet-i vücûd ve tevhid, Allâm-ül Guyub’tan vahiy ve ilhâm hakîkatlariyle geliyor. Kendini ve vücûd ve vahdetini, yalnız masnu’larının şehâdetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının ma’nası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtiyle bildiriyor.
Evet, yüz bin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklariyle ve nev’-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdikgerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delail ve mu’cizatlariyle, hakîkat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakîkatı beş hakîkat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:
Birincisi:
denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rubûbiyetin muktezasıdır.
İkincisi: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.
Üçüncüsü: Mevcûdâtın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakîki insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.