on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmışaltı âyetleri, kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyâde insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor... Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur, ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâ’be’nin duvarında altun ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” nâmıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki; Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâ’be’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevi bir edib,
âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen müslüman mı oldun?” O demiş: “Hâyır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”
Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’ânın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir; yetişilmez.”
Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz.. veyahut, dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz...” diye ilân ettiği halde; o asrın muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp.. uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyâr etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi, Kur’ân’a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuku efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor;