Demek îman-ı billah, kat’iyyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle
yâni peygamberlere ve mukaddes kitablara îmanı isbat eder.
Hem hiçbir cihet-i imkânı var mı; ve hiç akıl kabul eder mi ki; bütün masnuatıyla kendini tanıttırana ve sevdirene ve teşekküratı fiilen ve hâlen isteyene mukabil; kâinatı velveleye veren hakîkat-ı Kur’âniye ile zülcelâl o san’atkârı ekmel bir tarzda tanıyıp ve tanıttırıp ve sevip ve sevdirip ve teşekkür edip ve ettirip ve ler ile küre-i arzı semâvâta işittirecek derecede konuşturup ve kara ve denizleri cezbeye getirecek bir vaziyetle, bin üç yüz sene zarfında nev’-i beşerin kemmiyeten beşten birisini ve keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına alıp o Hâlık’ın bütün tezahür-ü rubûbiyetine geniş ve küllî bir ubûdiyetle mukabele eden ve bütün makasıd-ı İlâhîyesine karşı Kur’ân’ın sûreleriyle kâinata ve asırlara bağıran, ders veren, dellâllık eden ve nev’-i insanın şerefini ve kıymetini ve vazifesini gösteren ve bin mu’cizatiyle tasdik edilen Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, en müntehab mahlûku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resulü olmasın? Hâşâ ve kellâ! Yüz bin def’a hâşâ!
Demek
hakîkati, bütün hüccetleriyle
hakîkatini isbat eder.
Hem hiç imkân var mı ki; bu kâinatın Sâni’i, mahlûkatını yüz bin diller ile birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın. Hâşâ!