Hem hayat, “îman-ı bil’kader” rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Çünkü, mâdem hayat, âlem-i şehâdetin ziyasıdır ve istilâ ediyor ve vücûdun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi âyinesidir ve faaliyet-i Rabbânîyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette Âlem-i Gayb yâni mâzi, müstakbel yâni geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı ma’nevîyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve ma’lûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.
Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslisi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler...
Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlâhîyyede muhtelif tavırları ile müteaddit vücûdları bir silsile-i vücûd-u ilmî teşkil eder. Ve vücûd-u hâricî gibi o vücûd-u ilmî dahi, hayat-ı umûmîyenin ma’nevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o ma’nidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır. Evet Âlem-i Gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder.