Hem herbir şeyin vücûd-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve ma’nidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı ma’nevîyeye mazhariyetini gösterir.
Evet Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehâdete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücûd-u hâricîye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.
İşte “Kadere ve Kazâya îman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sâbit oluyor. Yâni nasılki âlem-i şehâdet ve mevcûd hazır eşya, intizamlariyle ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi ma’nen hayatdar bir vücûd-u ma’nevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasiyle o ma’nevî hayatın eseri, mukadderat nâmiyle görünür, tezâhür eder.
...Ey esbâb-perest gâfil! Esbâb, bir perdedir. Çünkü: İzzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelî’nin me’murları, saltanat-ı Rubûbiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rubûbiyetin temâşâger nâzırlarıdırlar. Ve o me’murlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, Rubûbiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakrpişe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için me’murları şerik-i saltanat etmiş değildir. Demek esbâb vaz’edilmiş, tâ aklın nazar-ı zâhirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zîra âyinenin iki veçhi gibi, herşeyin bir “mülk” ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medâr olabilir.