Sözler | YirmiBeşinci Söz | 446
(365-462)

İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakîkatlı bir sûrette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiyye ile beraber, insânların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyyelerinde, hem hayat-ı siyasiyyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki; ondört asır müddetinde, her dakikada, altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyâde insânların dilleriyle okunuyor ve insânları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâ’be’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

Hem bedevî bir edib:



âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen müslüman mı oldun?” Dedi: “Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”

Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binler dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’anın belâgatı, takat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez.”

Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muârazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz.” Diye ilân ettiği halde o asrın muannid belîğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, ve can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir. Hem, Kur’anın dostları, Kur’ana benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlar Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisi ona yetişemediğini, hattâ en amî adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.

Səs yoxdur