Sözler | Otuzİkinci Söz | 628
(590-652)

Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki: İçindeki pergelin harekâtıyla tâyin edilen a’zalar, san’atkârane ve inâyetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ ve inâyet mânâları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun’ ve inâyeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire başladı. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir mânâsını çalıştıran, lütuf ve kerem mânâsıdır. Evet, o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel, bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi bu mânâ-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, “teveddüd ve taarrüf” mânâlarıdır. Yâni: Kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i ni’metten geliyor. Mâdem rahmet ve irade-i ni’met, arkada hükmediyor. Öyle ise: O heykeli, ni’metin enva’ıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin sûretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymetdar ni’metler ile doldurdu ve o çiçek sûretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i ni’meti çalıştıran, terahhum ve tahannündür.Yâni “acımak ve şefkat etmek” mânâsı, rahmet ve ni’meti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyâcı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki ma’nevî cemâl ve kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yâni cemâl ve kemâl, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyâde kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl mâdem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte heykele konulan ve sûrete takılan sevimli ni’metler, güzel meyveler, o cemâl-i ma’nevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları, hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.

Aynen öyle de: Sâni’-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semâvatı ve zemini, nebâtat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı; cilve-i Esmâsıyla, eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile, bunlara “Mukaddir, Munazzım, Musavvir” isimlerini okutturuyor.

Səs yoxdur