Asâ-yı Mûsa | Üçüncü Hücceti İmaniye | 166
(156-176)

Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sâir içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecbûriye, eşya-yı âhere nisbeten, kavânin-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münâsebetdar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş.” diyerek vahşetini; ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş...

İşte aynen bu misâl gibi: Hadsiz derecede misâldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı Ulûhiyete giden “Tabiiyyun” fikrini taşıyan vahşî bir insan girer. Dâire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i’raz ederek, dâire-i mümkinat içinde kader-i İlâhî’nin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhîyyenin kavânin-i icraatına tebeddül ve tegayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” nâmı verilen bir mecmûa-i kavânin-i âdât-ı İlâhîyye ve bir fihriste-i san’at-ı Rabbânîyyeyi görür. Ve der ki:

“Mâdem bu eşya bir sebeb ister, hiçbir şeyin bu defter gibi münâsebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, Rubûbiyyet-i Mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden îcadı yapamaz. Fakat mâdem Sâni-i Kadîm’i kabul etmiyorum; öyle ise en münâsibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der. Biz de deriz:

Ey ahmaku’l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak: Zerrâttan, seyyarata kadar bütün mevcûdât, ayrı ayrı lîsanlarla (O’nun) vücûduna şehâdet ettikleri ve parmaklariyle işâret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâl’i gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın proğramını yazan Nakkaş-ı Ezelî’nin cilvesini müşahede et, fermanına bak, Kur’ân’ını dinle, o hezeyanlardan kurtul!..

İkinci Misâl: Gâyet vahşi bir adam muhteşem bir kışla dâiresine girer. Gâyet muntazam bir ordunun umûmî beraber ta’limlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatiyle ve kanun-u pâdişâhî ile kumandasını anlamayıp, inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünüp hayrette kalır.

Dinle
-